Sema Kaygusuz'un ilk romanı olan "Yere Düşen Dualar", ilk kez 2006 yılında basılmıstır. "Üzüm" ve "Altın" baslıklarıyla iki ana bölümden olusan romanın ilk bölümünde bir adada (Bozcaada) Leylan adlı bir kadının hikâyesi kahramanının ağzından anlatılır. Bu bölüm farklı adlarla adlandırılmış "ondokuz" alt bölümden oluşur. Leylan'ın babası Kutsi Karaca bir berberdir, ancak berberliği bırakmış ve evde oturmakta ve yalnızca içmekte, her türlü hizmet ve bakımı kızı tarafından yapılmaktadır. Leylan'ın balıkçı olan ve çok sevdigi amcası Mercan Karaca bir deniz kazası sırasında ölmüştür. Onun ardından annesi Ecmel de evi terk ederek gitmiştir. Ecmel'in gidişiyle kendini iyice içkiye veren ve bir anlamda inzivaya çekilen babasıyla Leylan'ın ilişkisi neredeyse yok denecek kadar azdır. Leylan'ın bir Rum sevgilisi Yorgo, ahbaplık ettigi Çingene kadın Latife Kesal bu bölümün diğer önemli karakterleridir. Leylan pek fazla kitap okumasa da liseyi bitirdikten üç yıl sonra kimselerin kapısını açmadığı Halk Kütüphanesi’nde memur olarak işe başlar. Sonra bir vesileyle kitap okumaya başlar. Kitaplardaki karakterlerle özdeşlik kurar. Galenos’tan bahseden bir kitabı okuduktan sonra kütüphanede geçirdigi tüm zamanlarda Galenos’un izini sürer ve ondan etkilenerek yapacağı özel bir şarapla babasını etkileyecek, ona kendisine yanaştıracak, düşlerindeki karanlık ormandan çekip çıkaracak, aralarındaki uzaklığı aşıp, babasının dilini çözecek, sırrını öğrenecek ve babasının amcasına duydugu öfkenin, amcasının ölümünün ve annesinin adayı terk edisinin ardındaki sebepleri bulacaktır. Kendilerine ait bağdaki üzümlerden bir "mavi" renkli özel bir şarap yapar. Ancak ada halkı tarafından babasını yavaş yavaş zehirleyerek öldürmeye çalıştığına dair bir söylenti yayar. Leylan, bu söylentiye karşı çıksa da, kendi ürettiği şarabı babasına içirmeyi sürdürür. Şarabı içmesine karşın babası daha çok içine kapanır. Onun bu hâline katlanabilmek için o da kendini şaraba verir. Aradan bir süre geçer ve babası hasta yatağında konuşmaya ve anlatmaya başlar. O da kendi babasını, ilişkilerini, kendisini kandırmasını terk edilmesini anlatır. O da tıpkı kızı gibi annesi tarafından terk edilmiş; annesiz kalmanın, babasıyla hesaplaşamamanın ve hayallerini gerçekleştirememenin acısını yıllarca çekmistir. Bu son andaki değişiklik, babasının başını kızının dizine koyması onda bir merhamet duygusu uyandırır ve babasıyla buluşabilmek adına ona bir "ağubozan" bir hikâye anlatacağını söyler. Romanın ilk bölümü bu noktada biter. Romanın ikinci bölümü "Altın" başlığıyla sunulmuştur. Bölüm bu kez yazıyla numaralandırılmış yine
"ondokuz" alt bölümden oluşmuştur. Bu bölümde anlatılanlar belirsiz bir zamanda ve coğrafyada geçer.
Bu coğrafyada bir orman, bir nehir, bir deniz ve bir dağ adeta birer kahraman gibi bölümün ana unsurlarını
oluşturur. Binbirgece masallarına benzer fantastik bir çok öykü anlatılır. İlk bölümün sonunda belirtildiği
gibi bu bölümün anlatıcısı aslında Leylan'dır. Burada anlatılan hikâyedeki kimi unsurlar, olgusal ve kavramsal
olarak aslında ilk bölümde de anlatılmaktadır. Bağlamları ve kurguları farklı, bazen birbirinin
zıddıdır. Ancak o bölümde kastedilenleri biraz daha açımlama çabası sezilmektedir.
Anlatılan hikâyede, babası ölen ve onun kayıp yurduna ulaşmaya çalışan bir ana(Ecmel) ve sağgözlü bir oğul(Yâsur)
vardır. Ana oğul ölen babayı öz yurduna götürmek üzere yola çıkmışlardır. Bu uzun ve zorlu bir yolculuktur.
Ancak oğul tüm bu süreç içinde bir var olma, büyüme, kendini tanı(t)ma derdi içindedir.
Ana yola çıktıkları sırada erkek kılığına girmiş ve "adamkadın"a dönüşmüştür. Bir çok
insan tarafından baba-oğul gibi algılanmaktadırlar. Üzerlerinde babanın çalıştığı altın
madeninden yutarak eve getirdiği ve dışkılayarak çıkardığı, çok sayıda pul/plaka
biçimine getirilmiş altınla dolu bir giysi vardır.
Bir yerde ana oğlunu terk eder. Yaşur da tıpkı Leylan gibi hem annesini hem de babasını yitirmiş olur.
Sonraki yolculuğunu tek başına, doğaya ve insanlara karsı zorlu bir şekilde ve mücadeleler ederek sürdürür.
Bu sırada hem gelişir, hem de diğer gözünü kazanır. Babasının doğduğu yere yaklaşırken Yâsur annesine yeniden kavuşur.
Hikâyenin sonunda, yol boyunca yanında taşıdığı kocasının ölüsünü, Tanrıların gazabı olarak ölümsüzlüge mahkûm olan
kocasının sülalesinin yaşadığı yere getirir. Böylelikle anne/eş Ecmel, onları ölememekten, çürümekten kurtarış olur.
Roman üzerinde bir tez yazan ve romandaki karakterle aynı adı taşıyan Leylan Yener "Romanda "adanmışlık", "tutku", "olgunluk", "sabır", "insani
değerler" gibi kavramlar, başta romanın geçtiği ada, orman, dağ gibi mekânlar olmak üzere
çesitli metaforlarla da desteklenerek işlenir. Örnegin ilk bölümün mekânı "ada", insanların tekdüze,
durgun hayatlarını öne çıkartmak için kullanılırken; bu durağanlık içinde mayalanarak şaraba dönüşen
"üzüm" de sabırla olgunlaşan hayatı vurgular. İkinci bölümün metaforu "altın" romanda insanın kanından
damıtılarak elde edildiğinden, insanın özündeki değerlerin simgesidir. Kan yapan üzüm ve kandan
damıtılan altın birbirlerini böylece tamamlarken romanda bütünlüğün sağlanmasına da hizmet ederler.
Kitapta yer alan 'önceki hayatından kalan sarabı içtikçe, üzümün de zorba bir evde büyüdüğünü
düşüne düşüne, aslında her yudumda para büyüklüğünde bir altın yutarım' (S:41) cümlesiyle iki
metafor ve bölümler arasındaki bağlantı açıkça belirtilir." demektedir.
Biyografisi:
Yapıtları: (Yazılma sırasıyla)
Yazılar:
Kitaba dair bazı yazılar:
|