Yazarla yapılmış bir söyleşi:
Yalçın Tosun; ilk kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler ile Notre Dame de Sion Edebiyat, ikinci
kitabı Peruk Gibi Hüzünlü’yle Sait Faik Öykü ödüllerinin sahibi oldu. ‘77 doğumlu yazarın öyküleri
toplumun inceliklerine bakıyor, derinliklerini hikâyeleştiriyor. Galatasaray Üniversitesi Hukuk eğitimi
almış, yine okulumuzda Özel Hukuk doktorası yapmış akademisyen yazarla söyleştik..
Merhabalar, nasılsınız, neler yapıyorsunuz?
Merhabalar. Şu sıralar, işler çok yoğun; hukuk fakültesinde çalışıyorum biliyorsunuz, yoğun bir
ders-sınav dönemim var.
Sizin ağır bir bölümünüz var, hukuk.. Yazmaya vakit bulabiliyor musunuz?
Sadece işle de bitmiyor, bir hayatımız var angajmanlarımız var. Her gün yazayım gibi bir şey
yapamıyorsunuz. Allahtan benim ortaya koyduğum ürünler bir süre dolup sonra çok uzun vakit
gerektirmeden kâğıda dökebildiğim şeyler. Hatta bugün gelirken yine onu hissettim. Bazı anlar oluyor,
onlar hep beslenme anı. Ben çok hayatın içinde biriyim, vapurlarda dolmuşlarda, trenlerde... Israrla, her
gün deniz yolunu kullanıyorum. Müthiş bir süreç artık bu, ufak ufak şeyler gözlemliyorum ve tuhaf bir
şekilde onları kaydettiğimi fark ediyorum. Zaten artık, içimde yazmalısın diye bir şey birikiyor.
Şiirleriniz olduğunu biliyoruz fakat öykücü kimliğinizle edebiyatın içindesiniz, sürekli olarak şiir yazıyor musunuz acaba?
Yok, şiir yazdım ama şu an şiir yazmıyorum. Daha çok, öykü yazdığım gibi şiir yazmıyorum
diyebilirim. Aslında ben, şarkı sözü yazmak isterdim gençliğimde, yazardım da. 70’lerdeki Fikret Şenes,
Aysel Gürel’lerin yazdığı sözlere bakıyorsunuz bir konu bütünlüğü vardı. Şiire çok yakın.. Şiir yazıyor
muyum’a dönersek, mesai harcamıyorum oturup şiir yazmıyorum çünkü bunun için pek çok şeyin bir
araya gelmesi gerekiyor. Mesela bir dönem İsviçre’de yaşadım ve bir sürü şiir yazdım çünkü hayatım
buna izin veriyordu. Şiir öyle bir şeydir, gelip sizi yakalar. Öykü biraz daha farklı. Şiir kendi geliyorsa
yazıyorum ama öykü gibi şiir yazmıyorum hayır.
Öykü diliniz bir şair-öykücü için öngörüldüğü kadar şairane görülmüyor oysa siz, son kitabınızın adından, öykülerinizin başlangıçlarında yer alan atıflara dek şiirden nasibini veriyorken eserlerinize; sizin kendi dilinize dair çabanız, aradığınız yön şiirle birlikte midir?
Peruk gibi Hüzünlü Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’e göre hem ismi şiire daha yakın hem
yazdığım bir şiirin parçalarından oluşuyor. Ancak bunu soranlar ve böyle düşünenler, bence öykü
dilimin şiirselliğinden bahsediyorlar. Benim yalın bir dilim ve kısa cümlelerim var ama benim şiirlerim
de öyle. Bu anlamda bakarsanız evet şiire yakın. Ama genel şiire bakışla, şiirsel denen o tehlikeli sözcük,
öyküyü ağdalı hale getiriyor ve ben buna karşıyım. Yoksa şiirin öyküye, öykünün şiire selam vermesine
karşı değilim.
Okurken altını çizebileceğiniz cümleler olabilir ama bu şiir kaygısıyla yazılmışsa, bence orada hem okur
hem yazar açısından bir sorun vardır. Eğer onu içselleştirmişse metin, çok basit bir cümlenin bile altını
çizebilirsiniz. İşte ben o yalınlığı seviyorum. Hem şiirlerimde ve asıl olarak da öykülerimde.
Yalınlık ve insanlara vereceği samimi bir dokunuş olmasını istiyorum ama bir de tamamen samimi
olmaya çalıştığınızda da, bu sefer kendinizi bırakabiliyorsunuz. Fren istiyor yazı yazmak. Bu dengeyi
tutturmak benim çabam, o yalınlık içerisinde sözümü söyleyebilmek. Bunda şiirin doğrudan bir etkisi
yok çünkü benim sevdiğim şiirler de böyle zaten. Öbür türlüsü yapılabilir gibi geliyor bana, benim
aradığım şey basitteki o fikri bulmak.
Peruk Gibi Hüzünlü önce bir şiir sonra Mabel Matiz’in şarkıya devşirdiği bir şiir ve yine
önce aralarına şiir serpiştirilmiş bir öykü kitabı, sonra Sait Faik ödüllü bir öykü kitabı. Yalçın
Tosun için “Peruk Gibi Hüzünlü” bir kilit noktası sayılabilir mi?
Benim ilk kitabım 2009’un sonunda çıktı. İlk kitaplar çok önemlidir yazarların hayatında. Ama
sonra çok uzun süre geçmeden ikinci kitabım geldi. O anlamda çok ayıramıyorum, biri kilit noktası
diyemiyorum ama şöyle bir şey var. İlk kitaplar hep daha uzun sürede yazılır ve şu anda olduğunuz
durumu daha çok son kitap gösterir. Peruk gibi Hüzünlü, evet çok önemli bir ödüle layık görüldü ama
tek başına ikinci kitabımı kilit noktası yapmıyor, benim için o zamanda son geldiğim yeri gösteriyordu.
Diğeri de, yıllarca okuduğum, okuma geçmişim ve beni ben yapan birçok şeyi, yoğunluğu birleştiriyor.
Sonraki kitabım da şu andaki, Peruk Gibi Hüzünlü’den bu yanaki beni gösterecek.
“çocuklar tekinsizdir, annelerse uçurum” diye başlıyorsunuz Peruk Gibi Hüzünlü’ye. Peki ya babalar?
Orada anne diyorum ama onun yanına babaları da koyabiliriz. İki kitapta da var aslında aileye
dokunmak, içerisindeki karanlıklara bakmak. Aile çok verimli ve farklı alanlardan bakabildiğimiz bir
alan. Ben, edebiyatımızda buna çok farklı yönlerden bakıldığını, karanlık tarafının çok deşildiğini
düşünmüyorum. İlla şiddet illa taciz, ensest de değil gayet sağlıklı görünen bir ailenin de ciddi iletişim
sorunları var. Aile, o iktidar savaşlarının ilk alevlendiği, kendimizi ilk tarttığımız yer. Orada babalar da
uçurum diyebilirdim. Hepsinden biraz var.
“Ferda’nın unuttuğu”, “Muhayyel’in Aradığı” ve “Kereviz” öykülerinizde anne ve kızın
arasına giriyorsunuz. Öykülerinizle toplumu kurcalıyor, sosyolojik kırılma noktalarını sık sık ele
alıyorsunuz ve bilhassa, aile denen oluşumu da en kökünden inceliyorsunuz. Hala kapalı, karanlık
bir kutu olmaya devam eden ailenin içinde en karanlık taraflara bulaşmak tedirgin edici değil
mi?
Aslında baba-oğul da var, baba-kız da var. Mesela şimdi yeni bir öykü yazdım, orada da yine
bir anne-kız var. Şunu seviyorum, söylediğimiz şeyler söylemek istediğimiz şeyler arasında nasıl
farklılıklar olduğunu görüp bunu içseslerle yansıtıp o anda çarpmayı seviyorum. Çünkü bu, yazarken
beni de etkiliyor, biliyorum ki bu hayatta var ve en çok da ailemizde oluyor. İlk kitabın adını Tanıdık
Yabancılar koymayı düşünüyordum önce, çünkü aile biraz öyle bir şey. Hepimiz tanıdık yabancılarız
birbirimize. Bu, en çok da söylediklerimizle söylemek istediklerimizin birbiriyle çok farklı olmasından
kaynaklanıyor.
Toplumda yara muamelesi gören konular, öykülerinize yansıyor. Bunlardan biri de
eşcinsellik. Öykülerinizde eğilimini ifade eden genç ve yaşlı, erkek ve kadın karakterlerin bir
kaçışı/gizliliği var hep. Bu yaklaşımınız biraz sert değil mi?
Çok sezgisel olduğu için öykülere tekrar baktığımda, kimi karakterler bununla yüzleşmiş kimi
karakterler bunun farkında değil ama genel bir kaçış-gizlilik gözlemedim. Buna da diğer şeylere
yaklaştığım gibi yaklaşıyorum, kimisi bunu kabulleniyor kimisi bunu saçma buluyor kimisi farkında
değil kimisi üstünü örtmüş ama bu hayatta da böyle. Saklama, gizleme konularının aynen aile içi
konuşmalarda olduğu gibi yine edebiyat içinde, ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Keşiflerimiz kadar,
üzerini örttüğümüz şeyleri de okumak bazı şeyleri sorgulamamıza sebep oluyor. Aslında hayatta olduğu
gibi, öykülerimde hiç kimse tümüyle mutlu yaşamıyor ve heteroseksüellerden çok da farklı bir durum
yok orada. Hepimizdeki defolar bende de var, yazarken bunları bırakarak yazmaya çalışıyorum.
İsim seçimlerinde ismin anımsattığının etkisi hangi boyutlarda sizin için? Onat Kutlar’ı
sevdiğinizi bilerek “Onat’ın Odası”na başladığımda bağlantılar, imler aradım öykünün içinde.
İsim sadece isim olarak mı gelmişti, yoksa var mıydı saklanmış izler?
Aslında Onat Kutlar’la doğrudan bir ilişkisi yok karakterin. Ama o isim, birçok şeyi çağrıştırıyor
benim için. Öncelikle değişimi çağrıştırıyor, o dönemdeki korkunç değişimi, hayata karşı duyduğumuz
korkuyu çağrıştırıyor. Ancak öykülerin çözümlenmesi adına, kendi öykülerim hakkında konuşmayı
sevmiyorum. Bulan bulursa kendisi bulsun diyelim ama çok açık, doğrudan izlerin olmadığını
söyleyebilirim.
“Onat’ın Odası”nda yetişkinliğe geçişi “insanın ekşimeye başladığı zamanlar” (sf.65)
olarak tanımlıyorsunuz ve her iki kitabınızda da, çocuk olmanın en karanlık, en tekinsiz ve de en
hüzünlü yanları yansıyor öykülerinize. Karakterlerinizi en ekşi taraflarınızdan tuttuğunuzu
düşünürsek, sizin için, bir çocuğu yetişkinden ayıran sınır nerede?
Birçok insanda bir sürü farklı yerde ortaya çıkabiliyor, benim karakterlerimde de farklı
zamanlarda çıkabiliyor. Çocuklar tekinsizdir diyen biri olarak, çocuklukta da acımasızlık bir taraf
olduğunun farkındayım aslında. Ama masumiyet, varsa bir masumiyet orada henüz sona ermemiş.
Ekşimeye başladığımız zamansa, yetişkinliğe geçiş bana göre çalışmaya başladığında gerçekleşiyor
birçok insan için. Bu konuda şanslı olanlar var, bunu öteleyebiliyorlar ama her insanın hayatında
ekşimeye başladığı zamanlar maalesef ki hep var.
Hukuk eğitimi aldınız, yine hukuk alanında doktora yaptınız ve halen hukuk alanında
akademisyen aynı zamanda da yazarsınız. Doktora tezinizse tam adıyla “Sinema Eserleri ve Eser
Sahibinin Hakları” ve sinema üzerine, neden edebiyat değil de sinema?
Hukukta hep, sanatla ilgili kısımlar benim ilgimi çekti, daha sevimli buluyorum. (Gülüşmeler)
Sinemayı da handiyse edebiyat kadar çok seviyorum o yüzden sinema eserleri konusunda yazmak
istedim ve Türkiye’de, o konuda yazılmış ilk kitaptı benimkisi. O yüzden hukukla sanatı birleştirmeye
çalıştım.
Diğer röportajlarınıza baktığımda ve twitter sayfanızda ilerlediğimde ‘sizin yazarlarınız’ı
görebiliyorum, peki ya sizin yönetmenleriniz/sinema sanatçılarınız kimler? Mike Leigh başlarda
geliyor sanırım.
Mike Leigh’i fark etmişsiniz evet. Çok etkilendiğim Robert Altman vardır, onun özellikle Short
Cuts diye bir filmi vardır ki o film, yine çok etkilendiğim bir yazar olan Raymond Carver’in kısa
öykülerinden çekilmiştir. Müthiş bir filmdir. Üçüncü olarak da Haneke’yi söyleyebilirim. Haneke’nin
sinemasındaki aileye, aşka bakış beni çok etkilemiştir. O arızalı durum, başka bir yerden bakılacağını
hissettirmiştir bana her zaman. Türk sinemasında, yönetmen adından çok film adı verebilirim. Ah
Belinda’yı çok severim, Atıf Yılmaz’ın filmi, çok büyülü, komik bir filmdir. Yine Hümeyra’nın
oynadığı Selim İleri’nin yazdığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ni çok severim, o da Ömer Kavur’un filmidir,
Ömer Kavur’un da tüm filmleri severim diyebilirim. Şimdi aklıma gelenler bunlar.
Bir Dersim Hikâyesi seçkisinde “Karganın Merhameti” öykünüzle yer aldınız. Öykünün
oluşumu ve katılımınız nasıl gerçekleşti?
Bu seçkiye katılmam, Murathan Mungan’ın beni aramasıyla gerçekleşti. İkinci kitabım çıktıktan
bir süre sonra bir telefon aldım, Mungan beni de o değerli yazarların içine katmak istediğini söyledi.
Konuyu söyledi. Bugüne kadar hiç yapmadığım bir şeydi çünkü benim öykülerimi okuyanlar biliyor ki,
zamandan ve mekândan bağımsızdır, nerede olduğunuzu pek hissettirmem. İlk zorluğu buydu,
ikincisiyse olayın kendisi o kadar zordu, gerçek öyle şiddetli bir tokat atıyordu ki yazamayacağım diye
düşündüm. Ama sonra, içine girdikçe, hissettikçe ve yaptığım şeyin anlamını fark ettikçe.. Zor bir süreç
geçirdim, benim için meşakkatli bir süreçti ama sonunda tamamlayabildim.
Diğer öykülerinizle benzeş şekilde yine toplumsal bir yarayı tutuyorsunuz ancak bu sefer
tarihin katı boyutu da var. Tarihe ilişkin başka öyküler yazma fikriniz var mı?
Doğrudan böyle bir referanslı bir şey yazar mıyım bilmiyorum. Doğrudan değil ama ikinci
kitabın son hikâyesinde Madame Marine’e baktığınızda tarihsel bir şey vardı, 6-7 Eylül sırasında
kaçmayan Rumlardan biri. Böyle şeyler yakalayabilirsiniz, ben daha çok kendi öykülerimde bunu alt
metin olarak vermeyi seviyorum.
Siz, şu sıralarda öykülerinize dergilerle devam ediyorsunuz sanırım?
Evet, üçüncü kitapta olacak 3 öyküm yayınlandı; ‘Sıcak Sandalye’, ‘Soğuk Yılan’ ve ‘Tosbağa
Öldürmek’. Sanırım üçüncü kitabın birkaç öyküsü daha yayınlanacak, onun da yarısını aştım. Yine bir
öykü kitabı, onu tamamlamaya ve bir de isim bulmaya çalışıyorum. İsim için titizlikle uğraşıyorum ve
sonrasında ümit ediyorum 2013’te okurla buluşacak.
*
"Yalçın Tosun: “Ben daha çok küçükken yaşlı bir çocuktum"
Gülenay Börekçi, egoistokur, 03.12.2015