İlk kez 2009 yılında yayınlanan bu öykü kitabında, 16 öykü bulunmaktadır. Bu öykülerin adları sırasıyla şöyledir: Aterina, Kereviz, Ölüler Uzar, Kıpırtılı Bir Yorgan, Sinema, Kale Direği, Pasta, Aynada, Apollon, Mola, Her Şey Tarih Oluyor, Sahi, Neydi Adı?, Rüyamda Macide'yi Gördüm, Koku, Parkta, Unutmabeni Çiçekleri

Yalçın Tosun Biyografisi:
Yalçın Tosun (d. 1977, Ankara) Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olduktan sonra aynı üniversitede özel hukuk doktorasını tamamlayan Tosun, İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
2009 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler adlı ilk öykü kitabıyla 2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Peruk Gibi Hüzünlü adlı ikinci öykü kitabıyla 2012 Sait Faik Hikâye Armağanı'na layık görüldü. Üçüncü öykü kitabı Dokunma Dersleri 2013 yılında, Bir Nedene Sunuldum adlı son öykü kitabı da 2015 yılında yine Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. 2017 yılında Sel Yayınları tarafındanyayınlanan, "Kendini Tutan Su" adlı bir şiir kitabı da bulunmaktadır.

Yapıtları:

Öyküleri: Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler (2009, Yapı Kredi Yayınları), Peruk Gibi Hüzünlü (2011, Yapı Kredi Yayınları), Dokunma Dersleri (2013, Yapı Kredi Yayınları), Bir Nedene Sunuldum (2015, Yapı Kredi Yayınları)

Şiirleri: Kendini Tutan Su (2017, Sel Yayınları)

Yazar ve kitapla ilgili yazılar:
Yazarla yapılmış bir söyleşi:
Yalçın Tosun; ilk kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler ile Notre Dame de Sion Edebiyat, ikinci kitabı Peruk Gibi Hüzünlü’yle Sait Faik Öykü ödüllerinin sahibi oldu. ‘77 doğumlu yazarın öyküleri toplumun inceliklerine bakıyor, derinliklerini hikâyeleştiriyor. Galatasaray Üniversitesi Hukuk eğitimi almış, yine okulumuzda Özel Hukuk doktorası yapmış akademisyen yazarla söyleştik..

Merhabalar, nasılsınız, neler yapıyorsunuz?
Merhabalar. Şu sıralar, işler çok yoğun; hukuk fakültesinde çalışıyorum biliyorsunuz, yoğun bir ders-sınav dönemim var.

Sizin ağır bir bölümünüz var, hukuk.. Yazmaya vakit bulabiliyor musunuz?
Sadece işle de bitmiyor, bir hayatımız var angajmanlarımız var. Her gün yazayım gibi bir şey yapamıyorsunuz. Allahtan benim ortaya koyduğum ürünler bir süre dolup sonra çok uzun vakit gerektirmeden kâğıda dökebildiğim şeyler. Hatta bugün gelirken yine onu hissettim. Bazı anlar oluyor, onlar hep beslenme anı. Ben çok hayatın içinde biriyim, vapurlarda dolmuşlarda, trenlerde... Israrla, her gün deniz yolunu kullanıyorum. Müthiş bir süreç artık bu, ufak ufak şeyler gözlemliyorum ve tuhaf bir şekilde onları kaydettiğimi fark ediyorum. Zaten artık, içimde yazmalısın diye bir şey birikiyor.

Şiirleriniz olduğunu biliyoruz fakat öykücü kimliğinizle edebiyatın içindesiniz, sürekli olarak şiir yazıyor musunuz acaba?
Yok, şiir yazdım ama şu an şiir yazmıyorum. Daha çok, öykü yazdığım gibi şiir yazmıyorum diyebilirim. Aslında ben, şarkı sözü yazmak isterdim gençliğimde, yazardım da. 70’lerdeki Fikret Şenes, Aysel Gürel’lerin yazdığı sözlere bakıyorsunuz bir konu bütünlüğü vardı. Şiire çok yakın.. Şiir yazıyor muyum’a dönersek, mesai harcamıyorum oturup şiir yazmıyorum çünkü bunun için pek çok şeyin bir araya gelmesi gerekiyor. Mesela bir dönem İsviçre’de yaşadım ve bir sürü şiir yazdım çünkü hayatım buna izin veriyordu. Şiir öyle bir şeydir, gelip sizi yakalar. Öykü biraz daha farklı. Şiir kendi geliyorsa yazıyorum ama öykü gibi şiir yazmıyorum hayır.

Öykü diliniz bir şair-öykücü için öngörüldüğü kadar şairane görülmüyor oysa siz, son kitabınızın adından, öykülerinizin başlangıçlarında yer alan atıflara dek şiirden nasibini veriyorken eserlerinize; sizin kendi dilinize dair çabanız, aradığınız yön şiirle birlikte midir?
Peruk gibi Hüzünlü Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’e göre hem ismi şiire daha yakın hem yazdığım bir şiirin parçalarından oluşuyor. Ancak bunu soranlar ve böyle düşünenler, bence öykü dilimin şiirselliğinden bahsediyorlar. Benim yalın bir dilim ve kısa cümlelerim var ama benim şiirlerim de öyle. Bu anlamda bakarsanız evet şiire yakın. Ama genel şiire bakışla, şiirsel denen o tehlikeli sözcük, öyküyü ağdalı hale getiriyor ve ben buna karşıyım. Yoksa şiirin öyküye, öykünün şiire selam vermesine karşı değilim.
Okurken altını çizebileceğiniz cümleler olabilir ama bu şiir kaygısıyla yazılmışsa, bence orada hem okur hem yazar açısından bir sorun vardır. Eğer onu içselleştirmişse metin, çok basit bir cümlenin bile altını çizebilirsiniz. İşte ben o yalınlığı seviyorum. Hem şiirlerimde ve asıl olarak da öykülerimde. Yalınlık ve insanlara vereceği samimi bir dokunuş olmasını istiyorum ama bir de tamamen samimi olmaya çalıştığınızda da, bu sefer kendinizi bırakabiliyorsunuz. Fren istiyor yazı yazmak. Bu dengeyi tutturmak benim çabam, o yalınlık içerisinde sözümü söyleyebilmek. Bunda şiirin doğrudan bir etkisi yok çünkü benim sevdiğim şiirler de böyle zaten. Öbür türlüsü yapılabilir gibi geliyor bana, benim aradığım şey basitteki o fikri bulmak.

Peruk Gibi Hüzünlü önce bir şiir sonra Mabel Matiz’in şarkıya devşirdiği bir şiir ve yine önce aralarına şiir serpiştirilmiş bir öykü kitabı, sonra Sait Faik ödüllü bir öykü kitabı. Yalçın Tosun için “Peruk Gibi Hüzünlü” bir kilit noktası sayılabilir mi?
Benim ilk kitabım 2009’un sonunda çıktı. İlk kitaplar çok önemlidir yazarların hayatında. Ama sonra çok uzun süre geçmeden ikinci kitabım geldi. O anlamda çok ayıramıyorum, biri kilit noktası diyemiyorum ama şöyle bir şey var. İlk kitaplar hep daha uzun sürede yazılır ve şu anda olduğunuz durumu daha çok son kitap gösterir. Peruk gibi Hüzünlü, evet çok önemli bir ödüle layık görüldü ama tek başına ikinci kitabımı kilit noktası yapmıyor, benim için o zamanda son geldiğim yeri gösteriyordu. Diğeri de, yıllarca okuduğum, okuma geçmişim ve beni ben yapan birçok şeyi, yoğunluğu birleştiriyor. Sonraki kitabım da şu andaki, Peruk Gibi Hüzünlü’den bu yanaki beni gösterecek.

“çocuklar tekinsizdir, annelerse uçurum” diye başlıyorsunuz Peruk Gibi Hüzünlü’ye. Peki ya babalar?
Orada anne diyorum ama onun yanına babaları da koyabiliriz. İki kitapta da var aslında aileye dokunmak, içerisindeki karanlıklara bakmak. Aile çok verimli ve farklı alanlardan bakabildiğimiz bir alan. Ben, edebiyatımızda buna çok farklı yönlerden bakıldığını, karanlık tarafının çok deşildiğini düşünmüyorum. İlla şiddet illa taciz, ensest de değil gayet sağlıklı görünen bir ailenin de ciddi iletişim sorunları var. Aile, o iktidar savaşlarının ilk alevlendiği, kendimizi ilk tarttığımız yer. Orada babalar da uçurum diyebilirdim. Hepsinden biraz var.

“Ferda’nın unuttuğu”, “Muhayyel’in Aradığı” ve “Kereviz” öykülerinizde anne ve kızın arasına giriyorsunuz. Öykülerinizle toplumu kurcalıyor, sosyolojik kırılma noktalarını sık sık ele alıyorsunuz ve bilhassa, aile denen oluşumu da en kökünden inceliyorsunuz. Hala kapalı, karanlık bir kutu olmaya devam eden ailenin içinde en karanlık taraflara bulaşmak tedirgin edici değil mi?
Aslında baba-oğul da var, baba-kız da var. Mesela şimdi yeni bir öykü yazdım, orada da yine bir anne-kız var. Şunu seviyorum, söylediğimiz şeyler söylemek istediğimiz şeyler arasında nasıl farklılıklar olduğunu görüp bunu içseslerle yansıtıp o anda çarpmayı seviyorum. Çünkü bu, yazarken beni de etkiliyor, biliyorum ki bu hayatta var ve en çok da ailemizde oluyor. İlk kitabın adını Tanıdık Yabancılar koymayı düşünüyordum önce, çünkü aile biraz öyle bir şey. Hepimiz tanıdık yabancılarız birbirimize. Bu, en çok da söylediklerimizle söylemek istediklerimizin birbiriyle çok farklı olmasından kaynaklanıyor.

Toplumda yara muamelesi gören konular, öykülerinize yansıyor. Bunlardan biri de eşcinsellik. Öykülerinizde eğilimini ifade eden genç ve yaşlı, erkek ve kadın karakterlerin bir kaçışı/gizliliği var hep. Bu yaklaşımınız biraz sert değil mi?
Çok sezgisel olduğu için öykülere tekrar baktığımda, kimi karakterler bununla yüzleşmiş kimi karakterler bunun farkında değil ama genel bir kaçış-gizlilik gözlemedim. Buna da diğer şeylere yaklaştığım gibi yaklaşıyorum, kimisi bunu kabulleniyor kimisi bunu saçma buluyor kimisi farkında değil kimisi üstünü örtmüş ama bu hayatta da böyle. Saklama, gizleme konularının aynen aile içi konuşmalarda olduğu gibi yine edebiyat içinde, ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Keşiflerimiz kadar, üzerini örttüğümüz şeyleri de okumak bazı şeyleri sorgulamamıza sebep oluyor. Aslında hayatta olduğu gibi, öykülerimde hiç kimse tümüyle mutlu yaşamıyor ve heteroseksüellerden çok da farklı bir durum yok orada. Hepimizdeki defolar bende de var, yazarken bunları bırakarak yazmaya çalışıyorum.

İsim seçimlerinde ismin anımsattığının etkisi hangi boyutlarda sizin için? Onat Kutlar’ı sevdiğinizi bilerek “Onat’ın Odası”na başladığımda bağlantılar, imler aradım öykünün içinde. İsim sadece isim olarak mı gelmişti, yoksa var mıydı saklanmış izler?
Aslında Onat Kutlar’la doğrudan bir ilişkisi yok karakterin. Ama o isim, birçok şeyi çağrıştırıyor benim için. Öncelikle değişimi çağrıştırıyor, o dönemdeki korkunç değişimi, hayata karşı duyduğumuz korkuyu çağrıştırıyor. Ancak öykülerin çözümlenmesi adına, kendi öykülerim hakkında konuşmayı sevmiyorum. Bulan bulursa kendisi bulsun diyelim ama çok açık, doğrudan izlerin olmadığını söyleyebilirim.

“Onat’ın Odası”nda yetişkinliğe geçişi “insanın ekşimeye başladığı zamanlar” (sf.65) olarak tanımlıyorsunuz ve her iki kitabınızda da, çocuk olmanın en karanlık, en tekinsiz ve de en hüzünlü yanları yansıyor öykülerinize. Karakterlerinizi en ekşi taraflarınızdan tuttuğunuzu düşünürsek, sizin için, bir çocuğu yetişkinden ayıran sınır nerede?
Birçok insanda bir sürü farklı yerde ortaya çıkabiliyor, benim karakterlerimde de farklı zamanlarda çıkabiliyor. Çocuklar tekinsizdir diyen biri olarak, çocuklukta da acımasızlık bir taraf olduğunun farkındayım aslında. Ama masumiyet, varsa bir masumiyet orada henüz sona ermemiş. Ekşimeye başladığımız zamansa, yetişkinliğe geçiş bana göre çalışmaya başladığında gerçekleşiyor birçok insan için. Bu konuda şanslı olanlar var, bunu öteleyebiliyorlar ama her insanın hayatında ekşimeye başladığı zamanlar maalesef ki hep var.

Hukuk eğitimi aldınız, yine hukuk alanında doktora yaptınız ve halen hukuk alanında akademisyen aynı zamanda da yazarsınız. Doktora tezinizse tam adıyla “Sinema Eserleri ve Eser Sahibinin Hakları” ve sinema üzerine, neden edebiyat değil de sinema?
Hukukta hep, sanatla ilgili kısımlar benim ilgimi çekti, daha sevimli buluyorum. (Gülüşmeler) Sinemayı da handiyse edebiyat kadar çok seviyorum o yüzden sinema eserleri konusunda yazmak istedim ve Türkiye’de, o konuda yazılmış ilk kitaptı benimkisi. O yüzden hukukla sanatı birleştirmeye çalıştım.

Diğer röportajlarınıza baktığımda ve twitter sayfanızda ilerlediğimde ‘sizin yazarlarınız’ı görebiliyorum, peki ya sizin yönetmenleriniz/sinema sanatçılarınız kimler? Mike Leigh başlarda geliyor sanırım.
Mike Leigh’i fark etmişsiniz evet. Çok etkilendiğim Robert Altman vardır, onun özellikle Short Cuts diye bir filmi vardır ki o film, yine çok etkilendiğim bir yazar olan Raymond Carver’in kısa öykülerinden çekilmiştir. Müthiş bir filmdir. Üçüncü olarak da Haneke’yi söyleyebilirim. Haneke’nin sinemasındaki aileye, aşka bakış beni çok etkilemiştir. O arızalı durum, başka bir yerden bakılacağını hissettirmiştir bana her zaman. Türk sinemasında, yönetmen adından çok film adı verebilirim. Ah Belinda’yı çok severim, Atıf Yılmaz’ın filmi, çok büyülü, komik bir filmdir. Yine Hümeyra’nın oynadığı Selim İleri’nin yazdığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ni çok severim, o da Ömer Kavur’un filmidir, Ömer Kavur’un da tüm filmleri severim diyebilirim. Şimdi aklıma gelenler bunlar.

Bir Dersim Hikâyesi seçkisinde “Karganın Merhameti” öykünüzle yer aldınız. Öykünün oluşumu ve katılımınız nasıl gerçekleşti?
Bu seçkiye katılmam, Murathan Mungan’ın beni aramasıyla gerçekleşti. İkinci kitabım çıktıktan bir süre sonra bir telefon aldım, Mungan beni de o değerli yazarların içine katmak istediğini söyledi. Konuyu söyledi. Bugüne kadar hiç yapmadığım bir şeydi çünkü benim öykülerimi okuyanlar biliyor ki, zamandan ve mekândan bağımsızdır, nerede olduğunuzu pek hissettirmem. İlk zorluğu buydu, ikincisiyse olayın kendisi o kadar zordu, gerçek öyle şiddetli bir tokat atıyordu ki yazamayacağım diye düşündüm. Ama sonra, içine girdikçe, hissettikçe ve yaptığım şeyin anlamını fark ettikçe.. Zor bir süreç geçirdim, benim için meşakkatli bir süreçti ama sonunda tamamlayabildim.

Diğer öykülerinizle benzeş şekilde yine toplumsal bir yarayı tutuyorsunuz ancak bu sefer tarihin katı boyutu da var. Tarihe ilişkin başka öyküler yazma fikriniz var mı?
Doğrudan böyle bir referanslı bir şey yazar mıyım bilmiyorum. Doğrudan değil ama ikinci kitabın son hikâyesinde Madame Marine’e baktığınızda tarihsel bir şey vardı, 6-7 Eylül sırasında kaçmayan Rumlardan biri. Böyle şeyler yakalayabilirsiniz, ben daha çok kendi öykülerimde bunu alt metin olarak vermeyi seviyorum.

Siz, şu sıralarda öykülerinize dergilerle devam ediyorsunuz sanırım?
Evet, üçüncü kitapta olacak 3 öyküm yayınlandı; ‘Sıcak Sandalye’, ‘Soğuk Yılan’ ve ‘Tosbağa Öldürmek’. Sanırım üçüncü kitabın birkaç öyküsü daha yayınlanacak, onun da yarısını aştım. Yine bir öykü kitabı, onu tamamlamaya ve bir de isim bulmaya çalışıyorum. İsim için titizlikle uğraşıyorum ve sonrasında ümit ediyorum 2013’te okurla buluşacak.

* "Yalçın Tosun: “Ben daha çok küçükken yaşlı bir çocuktum"
       Gülenay Börekçi, egoistokur, 03.12.2015