Altın Defter
Genç bir yazar olan Anna Wulf, kocasından ayrılmış, küçük çocuğuyla birlikte
oturmaktadır. Bir süredir hiçbir şey yazamadığı için, hiç de doyurucu olmayan
ilişkilerin düş kırıklıklarıyla yaşamının çökmekte olduğu duygusuna kapılır.
Delireceğini düşünür ve yaşadıklarını farklı renklerde dört defterde toplar.
Siyah defterde, yazarlık sorunlarını dile getirir. Kırmızı defter, siyasal
yaşamı içindir; sarı defter ise ilişkileri ve duyguları için. Mavi deftere de
günlük olayları yazar. Ne ki, Anna’nın iyileşip yeniden doğuşuna giden kapıyı
beşinci defter açacaktır: Altın Defter.
2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Doris Lessing, kendisine büyük ün sağlayan
Altın Defter’le de, Fransa’nın en saygın ödüllerinden Médicis Ödülü’nü yabancı
roman dalında almıştı. Roman, birçoklarınca feminist hareketin başyapıtı olarak
kabul edilmiş, Lessing ise kişisel ve siyasal kimliğini aramakta olan bir kadının
derinlikli öyküsünü anlattığını ileri sürerek bu görüşe uzak durmuştu.
Kitabın sonraki baskıları için yazarın 1971'de yazdığı önsözü aşağıda
okuyabilirsiniz
ÖNSÖZ
Okuyacağınız romanın genel hatları şöyledir:
Özgür Kadınlar adlı, yaklaşık 60.000 sözcükten oluşan, başlı başına kısa bir
roman sayılabilecek bir iskelet ya da temel yapı var. Bu kısa roman, beş bölüme
ayrılıyor, bu bölümler de Siyah, Kırmızı, Sarı ve Mavi olmak üzere dörder Defter’den
oluşuyor. Defterleri, Özgür Kadınlar’in ana karakteri Anna Wolf tutuyor. Tek defter
yerine dört defter tutuyor, çünkü karmaşa, biçimsizlik ve bunalımdan korkuyor ve bazı
şeyleri birbirinden ayırmak zorunda olduğunu hissediyor. İç ve dış baskılar Defter’lerin
sonunu getiriyor; Anna birer birer hepsinin üstüne koyu siyah birer çizgi çekiyor.
Defter’deki kayıtlar sona erdiğine göre, onların parçalarından yeni bir şey doğabilir:
"Altın Defter".
Defterlerde insanlar tartıştılar, kuramlar ürettiler, dogmalaştırdılar, etiketlediler,
bölümlendirdiler bazen o kadar genel ve yaşadıkları döneme özgü yorumlar yaptılar ki,
anonimleştiler; bu kişilere alegorik oyunlardaki gibi adlar verilebilir: Bay Dogma ve
Bay Özgürüm çünkü hiçbir yere ait değilim, Bayan Aşık ve mutlu olmalıyım, Bayan Yaptığım
herşeyde en iyi olmalıyım, Bay Gerçekkadın nerede, Bayan Gerçek erkeknerede, Bay Ben
deliyim çünkü öyle olduğumu söylüyorlar, Bayan Yaşamboyu deneyler yapan, Bay Devrim
yapıyorum –öyleyse varım, Bay ve Bayan Küçük sorunlarla-uğraşırsak-büyük-sorunlara-eğilmeye-
cesaret-edemediğimizi unuturuz. Ancak bu kişiler aynı zamanda birbirlerini, birbirlerinin
çeşitli yönlerini yansıttılar, birbirlerinin davranış ve düşüncelerini etkilediler
birbirleri oldular, birbirlerini tamamlayıp bütünleştiler. Romanın iç bölümü olan Altın
Defter’de birçok şey bir araya geldi, bölümlerin duvarları yıkıldı, bölümler ortadan
kalkınca kalıplar yok oldu, böylece konusu uyum olan ikinci izlek bir zafer kazandı.
Anna ve bunalımlı” Amerikalı Saul Green. İkisi de çılgın, deli, kudurmuş… ne derseniz
deyin. “Bunalımlarını’, birbirlerine ve başkalarına yansıtıyorlar; geçmişte yarattıkları
hatalı kalıkları yıkıyorlar; kendilerini ve birbirlerini kurtarmak için yarattıkları
kalıplar eriyip gidiyor. Birbirlerinin düşüncelerini okuyor, kendilerini birbirlerinde
görüyorlar. Saul Green, Anna’yı kıskanıyor, onu yıkmaya çalışıyor; öte yandan Anna’ya
destek ve öğüt, hatta son kitabı Özgür Kadınlar’ın “İki kadın Londra’daki evde
yalnızdılar” cümlesiyle başlayan bir roman için ironik bir başlık ana izleğini veriyor.
Saul’u delicesine kıskanan, onu sahiplenen, üzerinde hak iddia eden Anna da, daha önce
vermeyi reddettiği güzel Altın Defter’in ilk sayfasına, “Cezayir’de kuru bir yamaçta
askerin biri, tüfeğine yansıyan ay ışığını seyrediyordu,” cümlesini yazarak. Saul’a
bir sonraki kitabının izleğini de bu defterle birlikte veriyor. İkisinin birlikte
yazdığı Altın Defter bölümünü okumaya başladığınızda artık bunu yazanın Saul mu,
Anna mı, yoksa romandaki öteki karakterler mi olduğunu anlayamıyorsunuz.
İnsanlar kişilik bölünmesi yaşadığında, hatalı biçimde bölünen ve parçalanan
“iç benliğin” kendini sağaltabilmesinin yolu olan “bunalım” izleği, elbette başkaları,
hatta benim tarafımdan sık sık işlenmişti. Ama o tuhaf kısa öykü dışında, bu izleği
ilk kez bu kitapta işliyorum. Bu izlek bu kitapta daha çarpıcı, daha gerçekçi bir
biçimde, deneyimin düşünceye ve kalıplara dönüşmesinden önceki haliyle yansıtılıyor;
böylesi, belki henüz hammadde sayıldığı için daha değerli.
Ancak kimse bu izleğin farkına bile varmadı, çünkü düşman eleştirmenler kadar dost eleştirmenler de. kitabın kadın erkek savaşıyla ilgili olduğunu ileri sürdüler, kadınlar Altın Defter’in kadın erkek savaşında yararlı bir silah olduğunu ileri sürdüler.
O zamandan beri yanlış anlaşılıyorum; kadınları desteklemeyi reddettiğimin düşünülmesini hiç istemezdim doğrusu.
Kadın Hareketi konusuna gelince… Bu hareketi elbette destekliyorum, çünkü birçok ülkede birçok insan, kadınların hâlâ ikinci sınıf vatandaş olduğuna içtenlikle inanıyor. Bu insanların ne kadar ciddiye alındıkları göz önüne alınırsa, bu düşüncelerini kabul ettirmekte başarılı oldukları sonucuna varılabilir. Daha önce kadın hareketine karşı düşmanca bakan ya da tarafsız kalan her tür insan, “Amaçlarını destekliyorum, ama edepsiz sözlerini ve kaba davranışlarını onaylamıyorum,'” diyor. Bu, bütün devrimci hareketlerin geçirdiği kaçınılmaz bir evredir; devrimciler, kendileri için kazanılan hakların tadını büyük bir zevkle çıkaranlar tarafından reddedilmeyi göze almalıdırlar. Yine de Kadın Hareketi’nin fazla değişeceğini sanmıyorum. Bunun nedeni, amaçlarının yanlış olması değil, dünyanın, yaşadığımız felaketler, belki de içinde bulunduğumuz dönem tarafından sarsılarak yeni bir biçim kazanacak olmasıdır. Belki de bu dönemi atlattıktan sonra atlatabilirsek elbette Kadın Hareketi’nin amaçları bize çok önemsiz ve tuhaf görünecek.
Ama bu kitap, Kadın Hareketi’nin savaş borusu değil. Kadınların saldırganlık, kötülük, nefret gibi duygularını tanımlamaya çalıştı, bunları yazıya döktü, o kadar… Besbelli kadınlar, bu kitabın bütün düşüncelerini, duygularını, deneyimlerini anlattığını keşfettiler. Birden birçok eski silah çıktı ortaya; bu silahların en sık karşılaşılanları her zamanki gibi, “dişilikten yoksun kadın”, “erkek düşmanı” konularını işliyordu. Düşünmeksizin verilen bu tepki ortadan kaldırılamaz gibi görünüyor. Erkekler ve birçok kadın, haklarını arayan bu kadınların, kadınsılıktan, insanlıktan uzak, erkeksi ve duygusuz olduklarını ileri sürdüler. Kadınlar doğanın kendilerine tanıdığından fazlasını istediğinde, erkeklerin ve bazı kadınların onlara gösterdiği tepkilere bütün toplumların kayıtlarında rastlanır. Allın Defter, birçok kadını kızdırdı. Kadınların birbirlerine mutfakta homurdanarak, yakınarak ve dedikodu niteliğinde söyledikleri, kendilerine acı vermekten hoşlandıklarını belli eden sözcükler, çoğunlukla yüksek sesle söyleyebilecekleri son şeylerdir, çünkü bir erkek duyabilir. Kadınlar korkaktır, çünkü uzun zamandır birer köle gibi yaşamaktadırlar. Sevdiği adamla birlikteyken düşüncelerini, duygularını ve deneyimlerini savunmaya hazır kadın sayısı hâlâ çok azdır. Bir erkek kendisine, “Kadınsı değilsin, saldırgansın, erkekliğimi öldürüyorsun,” dediğinde, birçok kadın hâlâ taşlanmış küçük köpekler gibi kuyruğunu kıstırıp kaçar. Bana göre böyle bir adamla evlenen ya da kendisini böyle tehdit eden bir adamı ciddiye alan bir kadın. bunların hepsini hak etmektedir; çünkü böyle bir erkek zorbanın tekidir, içinde yaşadığı dünyayla, onun tarihiyle ilgili hiçbir şey bilmemektedir; erkekler ve kadınlar, geçmişte farklı toplumlarda, sonsuz türde rol oynamışlardır ve bu rolleri oynamaya devam etmektedirler. Kısacası, böyle konuşan bir erkek cahilin tekidir, başkalarına uyum sağlayamamaktan korkan biridir, bir korkaktır… Bu sözleri yazarken kendimi, uzak geçmişe gönderilecek bir mektup yazıyormuş gibi hissediyorum; doğruluğunu kabul ettiğimiz her şey, on yıl içinde doğruluğunu yitirecek, bundan eminim.
(Öyleyse neden roman yazıyoruz? Gerçekten, neden! Sanırım yaşam sürmeli, sanki..)
Bazı kitaplar gerektiği gibi okunmuyor, çünkü bu kitaplar toplumda henüz gerçekleşmemiş bir aydınlanmanın var olduğunu varsaydığı için, bir düşünce basamağını atlamış oluyor. Bu kitap, Kadın Hareketi’yle yaratılan davranış biçimlerinin daha önceleri de var olduğu varsayılarak yazıldı. Kitap piyasaya on yıl önce, 1962’de çıktı. Piyasaya ilk kez şimdi çıkıyor olsaydı, okunur ve yalnızca tepki almakla kalmazdı; çünkü her şey büyük bir hızla değişti. Bazı ikiyüzlü davranışlar sona erdi. Sözgelimi on, hatta beş yıl önce cinsel başkaldırı zamanıydı piyasa, kadınları öfkeyle eleştiren erkekler tarafından yazılmış roman ve tiyatro oyunlarıyla doluydu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde… Elbette burada, İngiltere”de de. Bu eserlerde kadınlar, zorba, hain, özellikle erkekleri el altından çökertmeye ve onları temelden yıkmaya çalışan kişiler olarak betimlendiler. Ne var ki, kimse erkek yazarların yanlış davrandığını düşünmedi; kadın düşmanlığı yaptıkları, saldırgan ve sağlıksız davrandıkları değil de, düşüncelerini sağlam bir felsefi temele dayandırdıkları, bu düşüncelerinin doğal olduğu kabul edildi. Bu durum devam ediyor, ama hiç kuşkusuz düzelmekte…
Bu kitabı yazmaya kendimi öyle kaptırmıştım ki, insanların bunun için ne düşünecekleri aklıma bile gelmedi. Kendimi kitaba böylesine kaptırmamın nedeni, yalnızca yazmanın güç oluşundan değil bütün planı kafamda tutarak, baştan sona durmaksızın yazdım, bu da çok güç olduyazdıkça birçok şey öğrenmemdi. Belki de belli bir kalıp belirlemek, yazarken kendine sınırlar koymak, hiç beklenmedik yerlerden yeni cevherlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bana yabancı çeşitli düşünceler ve deneyimler, yazım sürecinde su yüzüne çıkıverdi. Bu yüzden yalnızca malzemeyi oluşturan deneyimler değil, yazım süreci de zorlayıcıydı; bu süreç beni değiştirdi. Metne son biçimini verdikten sonra bunu yayıncıma ve arkadaşlarıma gösterdim ve kadınerkek savaşıyla ilgili bir kitapçık yazmış olduğumu, söyleyeceğim hiçbir şeyin bu kanıyı değiştiremeyeceğini öğrendim.
Oysa kitabın özü, planı, içindeki her şey, doğrudan ya da dolaylı bir biçimde hiçbir şeyi bölmememiz, bolü inlendirmememiz gerektiğini anlatmakta.
“Bağlı. Özgür. İyi. Kötü. Evet, Hayır. Kapitalizm. Sosyalizm. Seks. Aşk…” diyor Anna, Özgür Kadınlar bölümünde, bir izleği dile getirerek, bağırarak, davullarla, borazanlarla motifini ilan ederek… ya da ben Öyle sanmıştım. Tıpkı romanın içindeki Altın Defler bölümünün kitabın en önemli bölümü olduğunun, kitabın yükünü omuzlarında taşıdığının ve her şeyi açıkladığının anlaşılacağına inandığım gibi.
Ancak hayır.
Bu kitap, başka izleklerin de katılmasıyla tamamlandı, bu benim için güç bir dönemdi. Yıllardır zihnimde olan düşünceler ve izi eki er bir araya geldi.
Bu düşüncelerden biri, Tolstoy’un Rusya’yı. Stendhal’ın Fransa’yı anlattığı gibi, İngiltere’nin yüz yıl önce geçen yüzyılın ortasında içinde bulunduğu düşünsel ve ahlaki ortamı anlatan bir romanı, bulmanın olanaksızlığıydı. (Bu noktada bu iddiadan vazgeçmek zorunda bırakılıyoruz.) Kızıl ile Kara’yı ve Luçien Leuwen’i okuyunca o dönemin Fransası’nı, orada yaşamış gibi tanırsınız, Anna Karenina’yı okuyunca o dönemin Rusyası’nı görmüş gibi olursunuz. Oysa Kraliçe Victoria dönemini anlatan, gerçekten yararlı olabilecek bir roman yoktur, Hardy bize yoksulluğun, kısıtlı bir zamanın olanaklarından daha geniş bir düş gücüne sahip olmanın, bir kurban olmanın ne demek olduğunu anlatır. George Eliot, olabildiğince başarılı. Ancak galiba Kraliçe Victoria döneminde yaşayan bir kadın, kadın olmanın bedelini, dönemin ikiyüzlüleri bunu kabul etmese bile, toplum kurallarına uyan bir kadın olarak tanıtılmak zorunda kalarak ödedi iyi ahlaklı olduğu için anlamadığı çok şey var. Ne tuhaftır ki, kıymeti bilinmeyen yazar Meredith, belki içlerinde bu kitabı yazmaya en çok yaklaşanı. Trollope bu konuda yazmayı denedi, ama anlayışı kıttı. William Morris’in başarılı yaşam öyküsündeki kadar etkileyici düşüncelere ve bunların çatışmasına hiçbir romanda rastlanmaz.
Elbette, bir kadının yaşama bakış açısının, bir erkeğinki kadar doğru olduğunu varsayarak giriştim bu işe… Bu sorunu bir kenara bırakarak, daha doğrusu göz önüne almayarak, yüzyılımızın son elli yılının ideolojik “havasını” doğru olarak yansıtabilmek için konuyu sosyalist ve Marksist bir çevre içinde işlemem gerektiğine karar verdim, çünkü zamanımızda büyük tartışmalara yol açan birçok olay, sosyalizm tarafından incelenmiştir; akımlarda, savaşlarda, devrimlerde yer alanlar, bu olayları sosyalizmin ya da Marksizm’in türleri olarak görüyorlar; bazen bir şeyin üzerinde egemenlik kurmak ya da geri çekilmek olarak algılayarak daha da ileri gidiyorlar. (Galiba, en azından gelecek kuşakların bizim zamanımızı, bizim gibi algılamayacaklarını kabullenmek zorundayız aynen bizim, İngiliz, Fransız ve hatta Rus devrimlerine baktığımızda bunları o dönemlerdeki insanlardan farklı algıladığımız gibi.) Ancak Marksizm ve onun filizleri, her yerde düşünceleri etkiledi; hem de öyle hızlı ve güçlü biçimde etkiledi ki, kısa bir süre önce “çıkış yolu” olarak algılanırken, kanıksanıvermiş ve sıradan düşünüşün bir parçası olmuşlardı. Otuzkırk yıl önce aşırı solcu olarak kabul edilen görüşler, yirmi yıl önce bütün solu istila etti, son on yıldır da, sağsol gözetmeksizin, her yerde karşımıza çıkan basmakalıp görüşlere dönüştüler. Böylesine kanıksanan bir görüş etkisini yitirir; yine de bu görüş toplumda egemendi ve benim yazmaya çalıştığım romanda ana izlek olmalıydı.
Uzun süre aklımı kurcalayan bir başka düşünce de, romanın kahramanının bir sanatçı olmasıydı, ama “tıkanmış” bir sanatçı olmalıydı bu. Bu kararımın nedeni, sanatçı konusunun sanatta uzun süredir, sıkça kullanılmış olmasıydı; çoğu kitabın kahramanı ressam, yazar, müzisyendi sözgelimi. Büyük yazarların hepsi ve Önemsiz yazarların çoğu bu izleği kullanmıştır. Sanatçı ve tam karşıtı işadamı tipleri, kültürümüzü dengelemişlerdir. Biri kaba, duyarlılıktan uzak; ötekiyse yaratıcı, fazlasıyla duyarlı, çok acı çeken, çok bencil, ama yaratıcı olduğu için bağışlanması gereken biri gibi gösterilmiştir. Elbette, aslında işadamı da yarattıklarından dolayı bağışlanmalıdır. Bu fikri kanıksayıverdiğimiz için, sanatçının örnek olarak kullanılmasının yeni bir izlek olduğunu unutuyoruz. Yüz yıl öncenin kahramanları genellikle sanatçı değildi. O zamanın kahramanları askerler, imparatorluk kurucuları, kâşifler, din adamları ve politikacılardı ne yazık ki Florence Nightingale olmayı başarabilen çok az kadın vardı. Yalnızca tuhaf ve çatlak tipler sanatçı olmayı isteyebilir, bunun için savaşabilirlerdi. Ancak günümüzün konusu olan “sanatçı”yi, “yazar”ı kullanırken, bu izleğin, zavallıyı tıkayarak ve bu tıkanmanın nedenlerini tartışarak geliştirilmesi gerektiğine karar verdim. Kahramanımızın artık yazamamasının nedeni savaş, açlık, yoksulluğun ezici sorunlarıyla bunları topluma aktarmaya çalışan küçük bireyin arasındaki uyuşmazlık olmalıydı. Asıl dayanılmaz, artık katlanılmaz olan, temel alman erdem örneğinin sanatçının inanılmaz ölçüde yalıtılmış ve kendini beğenmiş olmasıydı. Görünüşe bakılırsa gençler bunun farkına varmış ve yüzlerce, binlerce insanın film çektiği, çekimlere yardım ettiği, gazeteler çıkardığı, müzik yaptığı, resim çizdiği, kitap yazdığı, fotoğraf çektiği, kendilerine özgü bir kültür yaratarak bu durumu değiştirmişler. Onlar bu yalıtılmış, yaratıcı, duyarlı tipi yüz binlerce kişi içinde çoğaltarak yok etmişlerdir. Bu eğilim uç noktasına, sona ulaştı artık, her zamanki gibi, buna karşı bir tepki oluşması kaçınılmaz.
“Sanatçı” konusu bir başka izleğe bağlanmalıydı: Öznelliğe. Benim yazarlığa başladığım dönemde, yazarlara “öznel” olmamaları gerektiği yolunda baskı yapılıyordu. Bu baskı, Rusya’da on dokuzuncu yüzyılda, komünist hareketler çerçevesinde, sanatı, özellikle de edebiyatı Çarcılığa ve baskıya karşı savaşmakta kullanan toplumsal edebiyat eleştirilerinin bir uzantısı olarak başladı; bu eleştiri türünü geliştiren kayda değer yeteneklerin arasında ünlü Belinski de vardı. Bu eleştiri türü her yerde moda oldu ve İngiltere’de “bağlılık” adı altında ellili yıllara kadar etkili oldu. Komünist ülkelerdeyse etkisini hâlâ sürdürmekte. Bu, sıradan yaşamda, “Roma yanarken, aptalca kişisel sorunlarımızla İlgilenmek” biçiminde ifade edilmekte. Bu baskıyı yapanlar, en yakınımız, en çok sevdiğimiz, hep saygı duyulan şeyler yapan, sözgelimi Güney Afrika’daki ırk ayrımına karşı savaşan kişiler olduğu için buna direnmek güçtü. Yine de romanlar, öyküler, sanatın her türü, giderek daha öznel olmaya başladı. Mavi Defter’de Anna verdiği derslerle ilgili olarak şunları yazar: “Ortaçağda sanat, bireysel değil toplumsaldı; grup bilincinden doğmuştu. Burjuvazi döneminin insanı gayrete getiren, acınası öznelliğinden yoksundu ve bir gün bizler öznel sanatın katı bencilliğini geride bırakacağız. İnsanın kişiliğinin bölünüşü ve başka insanlardan farklılığını değil, başkalarına karşı sorumluluğunu ve onlarla kardeşliğini anlatan bir sanata döneceğiz. Batı’daki sanat gitgide daha çok acıyı anlatan, acı dolu bir çığlığa dönüşüyor. Acı en derin gerçekliğimiz haline geliyor… İşte böyle bir şeyler söylüyordum. Yaklaşık üç ay önce, bu dersin ortasında kekelemeye başladım ve konuşmanın sonunu getiremedim…”
Anna, kaçamak yorumlar yaptığını fark ettiği için kekelemeye başlamıştı. Baskı ve akım bir kez başladı mı, bundan uzak durmak olanaksızdır; iyice Öznel olmaktan kaçınamazdınız; doğrusunu isterseniz, o sıralar yazarların amacı da öznel olmaktı. Bunu göz ardı edemezdiniz: köprü ya da baraj yapımıyla ilgili bir kitap yazıp da. onu inşa eden insanların duygu ve düşüncelerini paylaşmamanız olanaksızdı. (Bunun kötü bir benzetme olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hiç de değil. Tartışma yaratan bu ikilem, şu sıralar komünist ülkelerde en büyük edebiyat sorunu.) Sonunda bu ikilemden, “önemsiz kişisel sorunlarımızı” yazarken duyduğumuz kaygıdan kurtulmanın yolunun ya da bu sorunun çözümünün, hiçbir şeyin kişisel yani tam anlamıyla kişiye ait olmadığını fark etmek olduğunu anladım. Kendimizi anlatırken, aynı zamanda başkalarını anlatırız, çünkü sorunlarımız, acılarımız, zevklerimiz, duygularımız hatta olağanüstü ve kayda değer düşüncelerimiz bile yalnızca bize ait olamaz. “Öznellik” sorununu çözmenin, korkunç ve harika olasılıkların ortasında kararsız kalakalmış önemsiz bireyle uğraşmanın yolu, onu küçük bir dünya olarak görmektir. Böylece öznel ve kişisel olan şeyleri aşarak, aslında yaşamda hep olageldiği gibi, kişiseli genel1eştirebiliriz; sözgelimi büyüdükçe, küçükken “Âşık oluyorum’, “Şöyle hissediyorum” ya da “Şöyle düşünüyorum” biçiminde dile getirdiğimiz kişisel bir deneyimin herkesçe paylaşıldığını öğreniriz. Aslında büyümek, insanın benzersiz ve inanılmaz deneyimlerinin herkes tarafından paylaşıldığını öğrenmesidir.
Bir başka düşüncem de, kitaba gerektiği gibi bir biçim verirsem, beylik roman üzerine kitabın kendi yorumunu yapabileceğiydi. Roman konusundaki tartışmalar, roman doğduğundan beri sürüp gitmekte. Günümüz akademisyenlerinin yarattığı
kanının aksine, roman yeni bir tür değil. Yazarın bir kitabı yazmayı bitirdiğinde duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmenin,
beylik romanla ilgili yorum yapmanın bir başka yolu da, Özgür Kadınlar adlı kısa romanın, ne kadar aynntılı bir malzemenin
özeti ve kısaltılmış biçimi olduğunu okuyucuya göstermekti. Böylece yazarın bitmiş kitabı için neler hissettiğini okuyucuya
yansıtabilecektim:
"Gerçeğin ne kadar küçük bir bölümünü dile getirebildim,
o karmaşanın ne kadar az bir bölümünü yansıtabildim;
yaşadığim şey bu kadar fırtınalıyken, herhangi bir kalıp ya da
biçim sahibi değilken; ortaya çıkan bu küçük, derli toplu şey
nasıl doğruyu yansrtabilir."
Ancak benim asıl amacım, kendi yorumunu yapacak, yalnızca
biçimiyle bir şeyler söyleyecek bir roman yazmaktı; söylemek
istediklerimi bu romanın biçimi aracılığıyla dile getirecektim.
Söylediğim gibi, bu çabam fark edilmedi.
Bunun bir nedeni, romanın İngiliz geleneğinden çok,
daha doğrusu günümüz İngiliz geleneğinden çok, Avrupa geleneğine
uygun olarak yazılmasıydı. Ne de olsa İngiliz romanı,
Clarissa'yı, Tristram Shandy'yi, Trajik Komedyenleri ve Joseph
Conrad'ı içermekte.
Ancak hiç kuşkusuz, insanın düşüncelerini söyleyeceği
romanı yazmaya çalışması, kendini belli yönlerde kısıtlaması
demektir: kültürümüze dar fikirler egemen. Sözgelimi, her yıl
zeki, genç erkek ve kadınlar, göğüslerini gere gere, "Elbette
Alman edebiyatıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum," diyerek üniversitelerden
mezun olabiliyorlar. Moda böyle. Kraliçe Victoria
dönemindekiler, Alman edebiyatıyla ilgili her şeyi biliyorlardı,
ama Fransız edebiyatıyla ilgili hiçbir şey bilmeyebiliyor ve
bundan hiç rahatsız olmuyorlardı.
Geri kalanına gelince, geçmişte ya da şimdi Marksist
olanlardan akıllıca eleştiriler almam bir rastlantı değildi. Onlar
amacımı anladılar. Bu, Marksizmin her şeyi bir bütün olarak, her şeyin birbiriyle olan ilişkisini göz önüne almasından
-ya da almaya çalışmasından- kaynaklanıyor ama şu anda
konumuz Marksizmin eksik yönleri değil. Marksizmden etkilenen
biri, Sibirya, daki bir olayın Botswana 'daki bir olayı
etkileyeceğini kabul eder. Bence günümüzde Marksizm, resmi
dinler dışında, bir dünya görüşüne, bir dünya ahlakına
ulaşma yolundaki ilk girişimdi. Ancak başarılı olamadı, öteki
dinler gibi, o da bölümlere ve alt bölümlere, gitgide daha küçük
kiliselere, mezheplere ve inançlara ayrılmaktan kurtulamadı.
Yine de denedi.
Yapmaya çalıştığım şeyin anlaşılması konusu, beni eleştirmenlerle
ve esnemeye yol açma tehlikesiyle burun buruna
getiriyor. Yazarlarla ve tiyatro yazarlan ile eleştirmenler arasındaki
şu acıklı çekişmeye halk o kadar alıştı ki, onları sürekli
kapışan çocuklara benzetiyorlar: "Ah evet, sevimli ufaklıklar,
yine başladılar," ya da "Siz yazarlar bütün övgüleri, övgü olmasa
bile, bütün dikkatleri topluyorsunuz. Peki bu alınganlık
niye?, Halk bu konuda çok haklı. Bazı nedenlerden dolayı buna
şimdi değinmeyeceğim, edebiyat yaşamımda edindiğim eski
ve değerli deneyimlerim sayesinde eleştirmenler konusunda
belli bir görüşe vardım; ama Altın Defter' i yazarken bu görüşü
unuttum: Uzunca bir süre eleştirilerin doğru olamayacak kadar
aptalca olduğunu düşündüm. Sonra dengemi bulunca sorunun
ne olduğunu anladım. Sorun yazarlann, eleştirmenlerde
"öteki ben"i, ne yapmaya çalıştıklan nı anlayan ve kendilerini
yalnızca amaçlarına ulaşıp ulaşmadıklarına bakarak değerlendiren,
kendilerinden daha zeki bir cıben,i aramasından
kaynaklanıyor. Şimdiye kadar o seyrek karşılaşılan yaratıkla,
gerçek eleştirmenle karşılaşıp da, paranoyakhktan vazgeçip,
minnettarlıkla nazikleşmeyen tek .yazar görmedim; ihtiyaç
duyduğunu sandığı şeyi bulmuştur. Ancak aslında yazarın aradığı
şeyi bulması olanaksızdır. Aslına bakarsanız, arada sırada
karşılaşılan bu olağanüstü yaratığı, mükemmel eleştirrrıeni neden
beklesin, neden yapmaya çalıştığını anlayan başka biri bulunsun
ki? Ne de olsa bu özel kozayı ören, görevi örınek olan
tek kişi var; o da yazarın kendisi.
Eleştirmenlerin, yaptıklarını iddia ettikleri -yazarların
anlamsızca ve çocukça özlemini duyduklan- şeyleri yapmaları
olanaksızdır.
Eleştirmenler bunun için eğitilmemiştir, eğitimleri tam
tersi yöndedir.
Bu eğitim, çocuğun beş ya da altı yaşlarında okula gitmesiyle
başlar. Notlar, ödüller, "mevkiler", "eğilimler" -ve hala
bazı yerlerde- "yıldızlar ve çizgiler"1 ile başlar bu süreç. Bu
at yanşı zihniyeti, kazanan ve kaybeden biçimindeki düşünüş,
"Yazar X, Yazar Y'den birkaç adım ileride, geride, yazar Y
geride kaldı; son kitabında yazar Z, yazar A'dan daha iyi olduğunu
kanıtladı. .. " yorumlanna kadar gider. Çocuk başından
beri, başarı ve başarısızlık terimleri kullanarak, karşılaştırmalı
düşünmek için eğitilir. Bu bir ayıklama sistemidir: Zayıf olan
umudunu yitirir ve aradan çıkar; birbiriyle devamlı yarışacak
birkaç kazanan kişi yaratmak için planlanmış bir sistemdir bu.
Bence -gerçi burası bu düşünceyi geliştirmenin yeri değil- çocuğun
sahip olduğu yetenekler, resmi zeki katsayısı göz önüne
alınmaz, başarı ödülü kazanmak için gerekli mallar olarak görülmezse,
hayatı boyunca çocuğu ve başkalannı zenginleştirir.
Başta öğretilenlerden biri de, kişinin kendi yargılarına güvenmemesi
gerektiğidir. Çocuklara otoriteye boyun eğmeyi,
başka insaniann fikirlerini ve kararlannı öğrenmeyi, alıntı yapmayı,
razı olmayı öğretiyorlar.
Politik alandaysa çocuğa özgür, demokrat, özgür irade ve
düşünceye sahip, özgür bir ülkede yaşayan, kendi kararlarını
kendi veren biri olduğu öğretiliyor; oysa bu çocuk, çağının
tutum ve dogmalarının kölesidir, bunları sorgulayamaz bile,
çünkü var olduğu kendisine söylenmemiştir. Genç bir insan,
sosyal bilimler ve fen bilimleri arasında seçim yapma yaşına
geldiği zaman (hala seçimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz),
genellikle sosyal bilimleri seçer, çünkü bu alanda insanlık,
özgürlük, seçim olduğunu sanır. Sistem tarafından bir kalıba
sokulduğunun farkında bile değildir: Aslında seçimin, kültürümüzün
özünde köklenmiş hatalı bir bölünmenin sonucu olduğundan
haberi bile yoktur. Bunu hissedip daha fazla kalıba
sokulmak istemeyenler, yarı bilinçsiz, içgüdüsel bir biçimde
ayrılıp, istekleri dışında aynma tabi tutolmayacakları bir yerde
iş bulmaya çalışırlar. Polis gücünden akademiye, tıptan politikaya
kadar bütün kurumlarımızdan ayrılıp giden insanlan pek
fark etmeyiz. Özgün ve reforın yapmaya hazır olanları daha
başından dışlayıp, bir şeye zaten şu anda olduğu şeye benzediği
için bağlananları geride bırakan, sürekli bir eleme işlemidir
bu. Genç bir polis, yapması gereken işten hoşlanmadığını söyleyerek
Polis Gücü'nü terk eder. Genç bir öğretmen, hevesi
kırıldığı için öğretmenliği bırakır. Bu toplumsal mekanizma
neredeyse fark edilmeksizin işler, buna karşın kurumlarımızın
katı ve baskıcı kalmasını sağlayacak kadar güçlüdür.
Yıllarca böyle bir eğitim sisteminde yetişen bu çocuklar,
sonradan eleştirmen olur; yazarın ve ressamın aptalca beklediği
o yaratıcı ve özgün yorumu bir türlü yapamazlar. Yapabilecekleri
ve yaptıkları tek şey, yazara kitabın ya da oyunun zamanın
gelgeç duygu ve düşünce kalıplarına uyup uymadığınıgenel
fikrin ne olduğunu- söylemektir. Eleştirmenler turnusol
kağıdına benzerler. Rüzgar ölçen aletler gibidirler, değersizdirler.
Kamuoyunu ölçen en duyarlı barometre eleştirmenlerdir.
Bu alanda tutum ve düşünce değişimleri, politika dışında
-politikacılar zaten değişken olmak için eğitilmişlerdir- bütün
alanlardakinden daha hızlı fark edilir. Eğitim sistemimiz, insanları,
kendileri dışındaki insaniann düşünceleriyle hareket
etmeye, kendilerini otorite temsilcilerine beğendirmeye, "başkalarından
akıl almaya" -olayı tam anlamıyla açıklayan bir tanım-
alıştımnak için kurulmuştur.
İnsanları eğitmenin başka yolu olmayabilir. Belki gerçekten
de yok, ama ben buna inanmıyorum. Bu süre içinde, en
azından bazı şeyleri doğru tanımlamak, adlandırmak bize yardımcı
olacaktır. En iyisi bütün çocuklara hayatlan boyunca
tekrar tekrar şunları söylemektir:
"Sen bir beyin yıkama sürecinden geçiyorsun. Ne yazık
ki, beyin yıkama dışında bir eğitim sistemi geliştiremedik.
Özür dileriz ama elimizden ancak bu kadarı geliyor. Sana
öğretilen şeyler, zamanın önyargılarıyla, kültürümüzün seçeneklerinin
bir karışımı. Tarihe kısaca göz atarsak öğrendiklerinin
hiç de kalıcı olmadığı anlaşılır. Öğretmenlerin, kendilerinden
önce gelenlerin kurduğu bir düşünce sistemine
uyum sağlayabilen kişiler arasından seçilmekte. Kendi kendini
yineleyen bir sistemdir bu. Ötekilerden daha güçlü olup
bireyselliğe önem verenleriniz, kendini eğitmenin yollarını
aramaları -kendi yargılarını geliştirmeleri- için yüreklendirilir.
Kalanların ise, özel bir toplumun, özel ve dar gereksinimlerine
uyacak biçimde kalıplara sokulup yoğrulduklarını hep
animsamalıdırlar."
Bütün yazarlar gibi ben de, farklı ülkelerden -ama özellikle
ABD'den- kitaplarım üzerine tezler ve denemeler yazacak
olan gençlerden mektup alıyorum. Hepsi de, "Lütfen bana
eserleriniz hakkında yazılan yazıların, bunlan yazan eleştirmenlerin,
kaynakların bir listesini gönderin," diyor. Hepsi de
bir göçmen bürosunun dosyalarında duranlar gibi anlamsız ama
kendilerine önemli olduğu öğretilmiş bir sürü aynntı istiyor.
Bu istekleri şöyle yanıtlıyorum: "sevgili öğrenci. Sen çıldırmış
olmalısın. Okunınayı bekleyen yüzlerce kitap varken
tek kitap üstüne, hatta tek yazar üstüne binlerce sözcük yazarak
aylarını, yıllarını harcamak niye? Yıkıcı bir sistemin kurbanı
olduğunu görmüyor musun? Eserimi konu olarak seçtiysen
ve bunun üzerine bir tez yazman gerekliyse -ve inan bana,
yazdığım şeyi yararlı bulman beni çok mutlu etti- o zaman neden
yazdığımı okuyup hayatına ve deneyimlerine dayanarak
ne düşündüğüne karar vermiyor, bir yorum yapmıyorsun? Ak
ile Kara Profesörleri bir yana bırak."
"Sevgili Yazar," diye yanıtlarlar mektubumu . "Otoritelerin
ne dediğini öğrenmek zorundayım, çünkü alıntı yapmazsam
profesör bana not vermez."
Bu uluslararası sistem, Urallardan Yugoslavya'ya, Minnesota'dan
Manchester'a kadar aynı.
Demek istediğim, buna o kadar alıştık ki, ne kadar kötü
olduğunu görmüyoruz artık.
Ben buna alışkın değilim, çünkü on dört yaşında okulu bıraktım.
Buna üzüldüğüm ve değerli şeyler kaçırdığımı düşündüğüm
zamanlar oldu. Şimdi bu işten kurtulacak kadar şanslı
olduğuma seviniyorum. Altın Defter'in basılmasından sonra, şu
edebiyat çarkının dönüşüyle ilgili bir şeyler öğrenmeyi,
eleştirmenlerin eğitim sürecini incelerneyi kendime iş edindim. Sayısız
sınav kağıdına baktım ve gözlerime inanamadım; edebiyat
derslerini dinlemeye gittim ve kulaklarıma inanamadım .
"Bu çok abartılı bir tepki, böyle bir tepki vermeye hakkın
yok; çünkü hiçbir zaman bu sistemin bir parçası olmadığını
söylüyorsun" diyebilirsiniz. Oysa ben bunun hiç de abartılı
bir tepki olduğunu sanmıyorum ve dışandan birisinin yorumunun,
belirli bir eğitimle şekillendirilmediği, tarafsız olduğu
için değerli olduğuna inanıyorum.
Ancak bu araştırmadan sonra, kendi sorularımı yanıtlamakta
hiç zorlanmadım: Neden eleştirmenler bu kadar kişisel,
dar görüşlü ve sınırlı yorumlar getiriyorlar? Neden durmadan
atomlara ayırıyor, küçültüyor? Neden ayrıntılarla büyülenmişler
ve bütünle ilgilenmiyorlar? Neden "eleştirmek" sözcüğünü
hata bulmak sanıyorlar? Neden yazarların birbirlerini tamamladıklarını
değil de, birbirleriyle çatıştıklarını düşünüyorlar? ..
Basit, çünkü böyle düşünmek için eğitilmişler. Ne yaptığınızı,
ne yapmak istediğinizi anlayan, size öğüt verebilecek ve gerçek
eleştiri yapabilen o değerli kişi, neredeyse her zaman edebiyat
çarkının dışından, hatta üniversite sisteminin dışından
biri oluyor; bu biri, yeni başlayan ve hala edebiyata aşık bir
öğrenci ya da belki içgüdülerini izleyerek çok okuyan, çok düşünen
biri olabilir.
Bir kitap üzerine tez yazarak bir yılını, iki yılını harcayan
öğrencilere şunları diyorum: "Okumanın tek yolu vardır, o da
kütüphanelerde, kitapçılarda gezinmek, sizi çeken kitaplan
seçmek, yalnızca onları okumak, sizi sıktıklan zaman bırakmak,
sıkıcı bölümleri atlamak ve asla, asla modanın ya da bir
akımın parçası olduğu için okumamaktır. Unutmayın, yirminizde,
otuzunuzda sizi sıkan bir kitap, kırkınızda ya da ellinizde
size yeni kapılar açabilir ya da tam tersi. Hiçbir kitabı,
sizin için doğru olan zamanın dışında okumayın. Unutmayın,
basılmış kitap sayısı kadar basılmamış, yazılmamış kitap var.
Şimdi bile, yazıya dökülmüş sözcüğe zorunlu saygı duyulması
istendiği bu dönemde bile, tarih, hatta toplumsal ahlak, öyküler
aracılığıyla anlatılıyor. Oysa insanlar yazı diliyle düşünmeye
alıştığı için gözlerinin önündekini göremiyorlar. Ne yazık ki,
eğitim sistemimizin hemen hemen hiçbir ürününün gücü bundan
fazlasına yetmemekte. Sözgelimi, Afrika'nın gerçek tarihi
hâlâ kara derili masalcıların, bilgelerin, tarihçilerin ve büyücü
doktorların elindedir: Bu, beyaz adamdan ve onun yağmasından
korunabilmiş sözlü tarihtir. Gözünüzü açık tutarsanız,
gerçeği hep "yazıya dökülmemiş" sözlerde bulursunuz. Öyleyse
basılmış sayfanın efendiniz olmasına asla izin verıneyin. Her
şeyden önce, bir kitap ya da bir yazar için bir ya da iki yıl
harcamanız gerektiği gerçeğinin, kötü bir eğitim sisteminin işareti
olduğunu bilmelisiniz. Bir duygudaşlıktan ötekine, canınızın
çektiği doğrultuda okumanız gerektiği öğretilmeliydi size, neye
ihtiyacınız olduğu konusunda sezgilerinizi dinlemeyi öğreniyor
olmalıydınız: Geliştirmeniz gereken budur, başkalanndan alıntı
yapma yolu değil."
Ne yazık ki, neredeyse her zaman geç kalınır.
Bir ara, kendilerine öğretilen bu ruhsuz şeylerden bıkarak
ayaklanan öğrencilerin hareketi, bu ruhsuz şeylerin yerine
taze ve yararlı şeyler getirebilecek kadar güçlü görünüyordu.
Ancak isyan durulmuşa benziyor. Yazık. ABD,deki bu hareketli
dönem boyunca sınıflar dolusu öğrencinin ders programlarını
nasıl reddettiğini ve sınıfa kendi seçtikleri, yaşamlarına
daha yakın buldukları kitaplar getirdiklerini anlatan mektuplar
almıştım. Dersler heyecan vericiydi, bazen şiddet ve kızgınlık,
bazen heyecan ve hayat doluydu. Elbette bu yalnızca öğrencileri
haklı bulan ve onlarla birlikte otoriteye karşı durmayı
-bunun sonuçlarını- göze alan öğretmenierin derslerinde
oluyordu. Öğretim yöntemlerinin kötü ve sıkıcı olduğunu
bilen öğretmenler de var; öğrencilerin hızlarını kaybetmesine
karşın, kötü olanla savaşacak yeteri sayıda öğretmen olması
bizim için büyük bir şans.
Bu arada bir ülkede ...
Otuz ya da kırk yıl önce bir eleştirmen, değerli olduğunu
düşündüğü yazar ve şairlerin bir listesini yaptı; böylece öteki
şair ve yazarlan hiçe saydı. Sonra bu eleştirmen bu liste için
uzun bir savunma yazdı; çünkü liste, bitmek bilmeyen tartışmalara
yol açmıştı. Buna karşıt ya da yandaş olan milyonlarca
sözcük yazıldı, karşıt ya da yandaş okullar ve akımlar ortaya
çıktı. Bu tartışma, bunca yıl sonra bile devam etmekte... Kimse
bu durumu üzücü ya da tuhaf bulmuyor...
Bu ülkede, oldukça karmaşık, uğraşı ve bilgi gerektiren,
ama genellikle özgün yapıtlara -romanlara, oyunlara, öykülere-
göre özgün olmayan, çünkü sürekli kendinden önceki eleştiri
kitaplarıyla aynı şeyi söyleyen eleştiri kitapları yayımlanmakta.
Bunları yazanlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki üniversitelerde bir
katman, edebiyat akademilerinin en üst tabakasını oluşturmuştur.
Yaşamlarını, ele§tirmek ve birbirlerinin eleştirilerini eleştirmekle
geçirirler. En azından, eleştiriyi, özgün yapıttan çok daha önemli
sayarlar. Edebiyat öğrencileri, eleştiri ve eleştirinin eleştirisini
okumaya, şiir, roman, öykü, yaşamöyküsü okumaktan daha çok zaman
harcayabilirler.
Pek çok insan bu durumu üzücü ve tuhaf değil de, normal buluyor...
Bu ülkede, bir öğrenci olgunluk sınavını vermek için Antonius
ve Kleopatra konusunda bir yazı yazmıştı. Yazdıkları çok özgündü;
oyunun kendisinde yarattığı heyecanla, yani iyi bir edebiyat
öğretiminin uyandırmak istediği o duyguyla dopdoluydu. Yazı, öğretmen
tarafından, "Bu yazıya not veremem, yetkili kaynaklardan alıntı
yapmamışsın," diyerek geri çevrildi. Çok az öğretmen bunu üzücü ve
tuhaf olarak nitelendirir ...
Bu ülkede, kendilerini sıradan ve okumayan insanlardan
daha üstün ve iyi eğitimli gören kişiler, bir yazarı iyi eleştiri
aldı diye kutlayabilir; ancak adı geçen kitabı okumaya gerek
görmez ve onları asıl ilgilendiren şeyin başarı olduğunu fark
etmezler bile.
Bu ülkede, belli bir konu üzerine, diyelim yıldızları seyretmek
üzerine, yazılmış bir kitap çıktığında, düzinelerle okul, kulüp,
televizyon programı, yazardan bu konuda bir konuşma yapmasını rica
ederler. Akıllarına gelebilecek son şey, kitabı okumaktır. Bu tutum
tuhaf değil de normal kabul ediliyor ...
Bu ülkede, belki yirmi ya da otuz yıldır on beş kadar kitap
yazmış bir yazarın, önündeki eserinden başka bir eserini okumamış olan
genç bir eleştirmen, bütün bu yaptıklanndan sıkılır ya da yazıya acaba
kaç not versem, diye düşünür gibi yazara bir dahaki sefere ne yazması
gerektiği konusunda öğütler verebilir. Kimse bunun tuhaf olduğunu
düşünmüyor; hele Shakespeare' den günümüze dek yazılan her şeyi hor
görmesi ve ince ayrıntısına kadar ayrıştırması gerektiğini öğrenmiş
olan genç eleştirmen, asla ...
Bu ülkede, bitkiler, tıp ve psikolojik yöntemler konusunda
çok bilgili olan bir Güney Amerika kabilesini inceleyen bir arkeoloji
profesörü, bu kabile hakkında, "Şaşırtıcı olan şey, bu insanların
yazılı bir dilinin olmaması," diye yazabilmekte. Hiç kimse de onun bu
sözlerini tuhaf karşılamaz.
Bu ülkede, Shelley'nin yüzüncü ölüm yıldönümü nedeniyle,
benzer üniversitelerimizde, benzer eğitim görmüş üç genç adam, üç ayrı
edebiyat dergisine, içinde benzer ifadeler taşıyan üç yazı yazmıştı.
Sanki Shelley'ye büyük iyilik yapıyor gibi, en az övgüyle bu büyük
yazara küfreden benzer yazıların, edebiyat sistemimizdeki ciddi bir
hatanın göstergesi olabileceği kimsenin aklına gelmiyor gibi...
Sonuç olarak... Bu roman, yazarı için öğretici bir deneyim
olmaya devam ediyor. Sözgelimi, bu romanı yazmarının üzerinden on yıl
geçmesine karşın, bana mektup yazma zahmetine katlanan üç zeki, bilgili,
ilgili insandan, bir hafta içinde üç ayn mektup aldım. Biri
Johannesburg'da, biri San Francisco'da, biri de Budapeşte'de yaşıyor,
diyelim. Bense burada oturmuş, bu üç mektubu, aynı zamanda ya da art
arda okuyorum; mektupları okurken yazanlara minnet, yazdıklarımın
insanları harekete geçirebilmesinden, aydınlatmasından -hatta
kızdırabilmesinden- mutluluk duyuyorum. Oysa mektuplardan birinde
yalnızca kadın erkek savaşından, erkeklerin kadınlara ve kadınların
erkeklere yaptıkları insanlık dışı hareketlerinden söz ediliyor.
Bu mektubu yazan kişi, sayfalar boyunca bundan söz etmiş, çünkü bu
kadın -ancak her zaman kadın olması da şart değil- kitapta bundan başka
bir şey görememiş.
İkincisi politik bir mektup. Büyük olasılıkla benim gibi,
eski bir Kızıl yazmış. Bu kadın ya da adam, politikayla dolu bir
yığın sayfa yazmış, başka bir konudan söz etmemiş.
Kitap piyasaya ilk çıktığında, bu iki tür mektubu çok sık
alıyordum.
Üçüncü mektup türü, bir zamanlar seyrek geliyordu ama sayısı
ötekilere yetişmeye başladı. Bu mektubun sahibi kadın ya da erkek,
kitapta akıl hastalığı izleğinden başka bir şey görememiş.
Oysa hepsi de aynı kitaptan söz ediyor.
Doğal olarak bu gibi olaylar, akla yine bazı soruları getiriyor:
İnsanlar okuduklan romanda ne görürler? Nasıl oluyor da
okurlardan biri, tek bir kalıbı bütün ayrıntılarıyla algılayabiliyor
da öteki kalıbı hiç fark etmiyor? Sen yazar olarak kitabı bu
kadar net algılarken, okurların onu bu kadar farklı algılaması
tuhaf değil mi?
Bu tür düşüncelerden yeni bir sonuç çıkıyor: Yazarın,
okurundan, kitapta kendi gördüğünü görmesini, kitabın biçimini
ve amacını kendi gördüğü biçimde algılamasını istemesi yalnızca çocukça
değildir; bunu istemesi, temelde yatan gerçeği anlamadığını gösterir.
Temelde yatan gerçek şudur: Kitap ancak planı, biçimi ve amacı
anlaşılmadığı zaman canlı, güçlü, verimli olur; okuru düşünmeye ya da
tartışmaya itebilir. Kitabın biçimi, planı ve amacı anlaşıldığı an,
kitaptan çıkarılabilecek başka bir şey kalmamış demektir.
Kitabın kalıbı, olay örgüsü, yazar gibi okur için de açık olduğu
an, onu, kullanma süresi dolmuş bir eşya gibi bir kenara
atıp yeni bir şeye başlamanın zamanı gelmiştir belki de.
DORIS LESSING
Haziran 1971
Biyografisi:
Doris Lessing
Doğum adıyla Doris May Tayler 22 Ekim 1919'da babasının bir bankanın yöneticiliğini
yaptığı İran'ın Kermanşah ilinde doğdu. Beş yaşında ailesiyle birlikte Rodezya
(bugünkü adıyla Zimbabwe) sınırları içinde bulunan bir çiftliğe taşındı. Salisbury'de
bir Katolik okulunda eğitim gördü. 14 yaşındayken ailesine isyan ederek okulu bıraktı
ve sırasıyla hemşirelik, telefon operatörlüğü ve katibelik yaptı. 18 yaşında Rodezya
parlamentosunda çalışmaya başladı ve ülkede ırkçılık karşıtı bir sol partinin
kurulmasında rol aldı. 1943'te sona eren ilk evliliğinin ardından Komünist Parti'ye
katıldı ve Alman siyasi eylemci Gottfried Lessing ile evlendi. 1949'da eşinden
ve Rodezya'dan ayrılıp oğluyla birlikte Londra'ya geldi. O tarihten sonra yaşamını
profesyonel bir yazar olarak Londra'da sürdürdü ve 17 Kasım 2013 tarihinde burada öldü.
Lessing çok sayıda romanı ve kısa hikâyesinde, daha çok 20. yüzyılın toplumsal ve
siyasi karmaşasına yakalanmış bireylerin yaşamlarını ele alıyor. Eserlerinin başlıca
temalarının feminizm, cinsiyetler arası savaş ve bütünlük peşinde koşan bireyler
olduğu söylenebilir. Lessing'in çoğunlukla Afrika'nın güneyinde ya da İngiltere'de
geçen eserlerindeki solcu, bağımsızlığına son derece düşkün ve feminist kadın
kahramanlar, tıpkı yazarları gibi, içinde yaşadıkları toplumların kültürel
kısıtlamalarına karşı başkaldırıyor. En çok okunan ve en çok çevrilmiş romanı
Altın Defter (1962), kadın hareketinin köşetaşlarından biri olarak görülüyor.
11 Ekim 2007 günü Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bu ödüle layık görülen en yaşlı
kişidir.”
Yapıtları:
Romanları:
Türkçeye çevrilmiş eserleri arasından şunlar sayılabilir:
8. Gezegen / Argostaki Kanopus Arşivleri IV (Çivi Yazıları);
Altın Defter 1/2 (Mitos Yayınları);
Evlilikler -Argostaki Kanopus Arşivleri (Çivi Yazıları);
Sirius Deneyleri (Çivi Yazıları);
Cehenneme İniş için Açıklama (Öteki Yayınları);
Gene Aşk (Can Yayınları);
Mara ile Dann (Can Yayınları);
Şikasta - Argostaki Kanopus Arşivleri (Çivi Yazıları);
Türkü Söylüyor otlar (Can Yayınları);
Terörist (Afa Yayınları);
Siyah Madonna (Ayrıntı Yayınları);
Beşinci Çocuk (Afa Yayınları);
Öyküleri ve diğer yazıları:
Evlenmeyen Adamın Hikâyesi (Öykü, İletişim Yayınları);
İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler (Deneme, Çitlembik Yayınları);
Tenimin Altında (1919-1949) (Otobiyografi, Dünya Aktüel)
Kedilere Dair (Deneme, Metis Yayınları);
Yazar ve kitapla ilgili yazılar:
* "Altın Defter ya da Yirminci Yüzyılda Kadının Benliğini Sorgulama Evreleri"
Tansu Bele, Dergi Park, 2012,
* "Kimlik Krizinden Kriz Kimliğine: Doris Lessing'in Altın Defter'inde Kimlikler Geçidi"
Mukadder Erkan, Adıyaman Ün. Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 4, Haziran 2010
* "Altın Defter"
Dipnot Kitap Klübünün sitesinde kitapla ilgili yazıların yer aldığı sayfa,
*"Hayatı Meydan Okumakla Geçti"
Perihan Özcan,
K dergisi, Sayı: 46, sayfa: 12-15; 17.08.2007
(Okumak için fotoğrafların üzerine tıklayınız>
Bağlantılar:
"Yazarın Resmi Sitesi"
Yazarla ilgili her türlü bilginin yer aldığı İngilizce site
|