Molloy: Fransızca yazılmış olan roman İngilizce'ye Beckett ve Patrick Bowles tarafından çevrildi.
Paris'te yazılan roman, Malone Ölüyor ve Adlandırılamayan ile birlikte, 1946 - 1950 yılları arasında
tamamlanmış olan bir üçlemenin parçasıdır. 20. yüzyılın en önemli eserleri arasında sayılan bu üçleme
aynı zamanda Becektt'ın da en önemli dram dışı eseridir. Türkçe'de biri Ayrıntı Yayınları tarafından
"Üçleme" adlı yapıt içinde, diğeri ise Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yapılmış iki çevirisi bulunmaktadır.
Romanın geçtiği yer belirsizdir, ancak Beckett'ın doğum yeri olan İrlanda olduğu düşünülür. Kitap iki
farklı karakterin iç monologlarından oluşur. Öykü ilerledikçe bu iki karakterin geçmişlerinin ve düşüncelerinin
birbirine benzer olduğu görülür; aralarındaki tek fark isimleridir. Romandaki kısıtlı olay örgüsü bu iki
karakterin iç monologları ile anlatılır. Bu monologların ilki iki paragraftan oluşur. Bu iki paragraftan
ilki ikinci sayfada sona erer. İkincisi ise 80 sayfa devam ederek ilk bölümün sonunda biter. İlk monolog
Molloy adında eski bir serseriye aittir. Molloy artık "annesinin evinde yaşamakta" ve "geride bıraktığı
şeylerden, örneğin vedalarından bahsederek ölmeyi bitirmek" için yazmaktadır. Annesini bulmak için geri
dönmeden önce yaptığı bir yolculuğu anlatır. Büyük bölümünü bisikletiyle yaptığı bu yolculukta, bisiklet
üzerinde dinlenmesi ahlaksızca bulunduğu için tutuklanır ancak gayri resmi şekilde serbest bırakılır.
İsimsiz bir ülkede, isimsiz şehirler arasında dolaşırken garip karakterlerle karşılaşır: asası olan yaşlı
bir adam, bir polis memuru, bir hayır kurumu çalışanı, bisikletiyle çarparak öldürdüğü bir köpeğin adını
hatırlayamadığı sahibi ("Bayan Loy... ya da Lousse, unuttum, ilk adı Sophie gibi bir şeydi"), aşık olduğu
bir başka kadın ("Ruth ya da belki Edith"). Bisikletini bırakır ve herhangi bir yön belirlemeden yürümeye
başlar. Ormanda kömür yakan "genç bir yaşlı adama" rastlar, kafasına sertçe vurarak onu öldürür. Sonunda,
onu bulunduğu odaya götüren biriyle karşılaşır.
İkinci monolog ise, patronu olan gizemli Youdi tarafından Molloy'u bulmakla görevlendirilen, Jaques
Moran adında bir özel dedektifte aittir. Moran, adı kendisi gibi Jacques olan inatçı oğlunu da yanına
alarak yola çıkar. Kırlık alanda dolaşmaya başlarlar, ancak yolculukları kötü hava şartları, tükenen
yiyecek kaynakları ve Moran'ın güçten düşmesiyle git gide zorlaşır. Oğlunu bisiklet satın almaya
gönderen Moran bu sırada birden karşısında beliren bir adama rastlar. Romanın bu noktasında Moran
pek çok garip teolojik soru sorar ve bu durum delirmeye başladığını gösterir. Evine geri getirilmiş
olan perişan ve işe yaramaz durumdaki Moran, şimdiki halinden bahsetmeye başlar. Tıpkı Molloy'un
romanın başında kullandığı gibi, Moran da artık koltuk değnekleri kullanmaktadır. Ayrıca romanın
burasında zaman zaman ortaya çıkan bir ses, Moran'a ne yapması gerektiğini söylemeye başlar. Roman
Moran'ın bu raporu yazmaya nasıl başladığını anlatmasıyla sona erer. Ortaya çıkan bu ses ona, oturup
yazmaya başlamasını söylemiş ve ilk baştaki şu cümleleri yazdırmıştır: "Gece yarısı. Yağmur cama vuruyor."
Ancak Moran'ın sonraki cümleleri şöyledir: "Gece yarısı değildi. Yağmur yağmıyordu."
Böylece Moran sesin emrine girerek gerçeklikten uzaklaşmış olur. Bu durum Molloy karakterinin de
nasıl ortaya çıktığının göstergesi olabilir.
Kitaptaki akışın birinci bölümden ikinci bölüme doğru oluşu, okuru romandaki zaman sırasının da
böyle olduğunu düşünmeye yönlendirir. Ancak ikinci bölümün zamansal açısından birinciden daha önce
olduğunu düşünen okurlar da vardır.
Karakterler: Molloy artık yatalak olan deneyimli bir serseridir. "Hiçbir şeyi olmayana, pisliğin
tadına varmamak yasaktır." der. Şaşırtıcı biçimde iyi eğitimlidir. Başka konularla birlikte coğrafya
da okumuştur ve "yaşlı Geulincx" hakkında bilgilidir. Bazı acayip alışkanlıkları vardır. Bunlardan
birisi olan çakıl taşı emme huyunu Beckett uzun bir paragraf boyunca anlatır. Ayrıca Molloy (ölmüş
olup olmadığı belli olmayan) annesine karşı tuhaf ve hastalıklı bir bağlılık gösterir.
Moran ise bir özel dedektiftir. İkisine de hor davrandığı Martha adında bir hizmetçisi ve
Jacques adında bir oğlu vardır. Ukaladır, aşırı düzenli ve disiplinlidir. Kiliseye saygısı ve yerel
rahibe itaati samimiyetsizdir. Takip etmekte olduğu iş onu saçmalığın eşiğine getirir. Roman
ilerledikçe vücudu sebepsiz yere gittikçe halsizleşir ve bu durum onu şaşırtır. Ayrıca adım adım
deliliğe yaklaşmaktadır. Bu fiziksel ve zihinsel çöküş okuyucuya, Moran ve Molloy'un aynı kişiliğin
iki farklı yüzü olduklarını, ya da Molloy'un anlattığı bölümü aslında Moran'ın yazmış olduğunu
düşündürür.
Molloy'da Beckett'ın diğer eserlerine, o eserlerdeki karakterlerin isimleri anılarak yapılan
göndermeler vardır: "Ah tüm o hikâyeleri huzurlu olsam da size anlatsam. Kafamın içindeki nasıl bir
kalabalık, nasıl bir can çekişen insan güruhu. Murphy, Watt, Yerk, Mercier ve tüm diğerleri."
(II. bölüm) Beckett'ın birçok eserinde olduğu gibi Molloy'da da Dantevari görüntüler bulunur.
Birinci bölümde Molloy kendini Belacqua (Purgatorio, Kanto IV) ve Sordello (Purgatorio, Kanto VI)
ile karşılaştırır. Ayrıca Purgatorio'daki pasajlara benzer şekilde, Molloy sık sık güneşin çeşitli
konumlarını anlatır. Molloy'un Ulysses'in gemisinden bahsetmesi de James Joyce'un aynı isimli
romanına göndermedir. Beckett yakın arkadaşı ve akıl hocası olan Joyce'a Finnegans Wake'i tamamlamasında
yardımcı olmuştu.
Oyun Sonu: (Fransızca: Fin de partie, İngilizce: Endgame), Samuel Beckett tarafından 1954-1956
yılları arasında yazılmış tek perdelik tiyatro oyunudur. Beckett oyunu Fin de Partie adıyla Fransızca
olarak yazmış, daha sonra İngilizce'ye kendisi çevirmiştir. 1957'de yayınlanmış olan oyun, Godot'yu
Beklerken ile birlikte Beckett'ın en önemli tiyatro eseri sayılmaktadır. Türkçe'de halen piyasada
Mitos Yayınları tarafından basılmış olan Genco Erkal çevirisi bulunmaktadır. Genco Erkal bu
çevirisini Dostlar Tiyatrosu olarak 2006 yılında sahneye koyup, Bülent Emin Yarar ile birlikte oynamıştır.
Oyunda baş kişiler, kör ve kötürüm olan yaşlı efendi Hamm ile dizlerindeki sakatlık sebebiyle
oturamayan hizmetçisi Clov'dur. Deniz kenarında küçük bir evde yaşarlar. Ancak konuşmalarından
anlaşıldığı üzere dışarıda hiçbir şey yoktur. Ne deniz, ne güneş, ne de bulutlar kalmıştır. İki
karakter, birbirlerine bağımlı olsalar bile, yıllardır didişmektedirler ve oyun boyunca da bunu
sürdürürler. Clov sürekli gitmek ister ancak bunu başaramaz. Oyunda yan karakterler ise Hamm'in,
bacakları olmayan anne ve babası Nagg ile Nell'dir. Bunlar sahnenin kenarındaki çöp varillerinde
yaşarlar ve varilden dışarı yemek istemek ya da birbirleriyle budalaca kavga etmek için çıkarlar.
Oyunun İngilizce başlığı olan "Endgame" kelimesi; satranç oyununun, geriye pek fazla hamlenin
kalmadığı son bölümüne verilen isimdir. Fransızca başlık olan "Fin de Partie" ise satranç dışında
bazı başka oyunlarla da ilişkilendirilebilir. Bu başlığın tam anlamıyla İngilizce çevirisinin
bulunmadığını Beckett de belirtmiştir. Oyunda, Hamm'in artık sonun gelmiş olduğuna bir türlü
inanmaması, amatör satranç oyuncularının kaçınılmaz yenilgi karşısında oyunu sürdürmeye
çalışmalarıyla karşılaştırılabilir. Daha deneyimli oyuncular ise, oyunun aleyhlerine sonuçlanacağını
hissettiklerinde oyundan çekilmeyi tercih ederler.
Edebiyat eleştirmeni Harold Bloom, Hamm karakterinde Hamlet'e bir gönderme olduğunu ve Hamm'in
aşağıdaki cümlesinin, metaforik bir tersten söyleyiş olarak değerlendirilmesi gerektiğini
düşünmektedir: '...artık bitme vakti geldi, gene de karar veremiyorum... bitirmeye.' Bloom bu
repliğin, Hamlet'in ünlü "Olmak ya da olmamak.." tiradına bir gönderme olduğunu öne sürer. Hamlet
bu sözleri, duyduğu şüphe sebebiyle harekete geçemediği için söylemektedir. Oyun Sonu da, Beckett'in
absürt tarzının tipik örneği olarak hareketten yoksun bir oyundur. Hamm karakterinin, İngilizce'de
"ham actor" ifadesiyle tanımlanan "aktör bozuntularını" ya da Nuh'un oğlu olan Ham'i çağrıştırdığı
öne sürülmüştür. Öte yandan Clov isminin, palyaço (clown) sözcüğünün kısaltılmış hali, şeytanla
ilişkilendirilen keçi toynağı (cloven hoof) veya eldivenli bir elin yankısı (glove) olduğuna ilişkin
yorumlar vardır. Nagg ismi İngilizce "nagging" (dırdır etmek) ve Almanca "nagen" (kemirmek)
kelimelerini hatırlatır. Nell ismi ise Charles Dickens'ın Antikacı Dükkanı romanındaki Küçük Nell
karakterini çağrıştırır. Ayrıca Hamm'in İngilizce "hammer" (çekiç) kelimesinden, Clov'un ise yine
İngilizce "clove" sözcüğünün Latince kökeni olan[3] çivi anlamındaki "clavus" kelimesinden geldiği
söylenebilir. Böylece iki karakterin ilişkisi çekiç ve çivi kavramlarıyla açıklanmış olur. Bu
durumda Nagg ve Nell isimleri bir arada düşünüldüğünde, akla Almanca "Nagel" (çivi) kelimesi
gelmektedir. Ruby Cohn'un "Back to Beckett" isimli kitabına göre Beckett'in oyunda en sevdiği
replik, Clov'un Nagg'in ağladığını belirtmesi üzerine Hamm'in söylediği "Öyleyse yaşıyor" cümlesidir.
Ancak Beckett, Berlin'de oyunu sahneye koyarken en çok Nell'in söylediği "Hiçbir şey mutsuzluktan
daha gülünç değildir." cümlesine önem vermiş ve oyunu 'mutsuzluğun zevkini' gösterecek şekilde
sahnelemiştir. Oyun, karakterlerin değişmeyen durağan bir vaziyette yaşadıklarını vurgular. Her
gün bir önceki günün eylemleri ve tepkileri tekrarlanır. Böylece her olay neredeyse bir törene
dönüşür. Metin boyunca karakterlerin birer geçmişe sahip oldukları açıkça belirtilmiştir. (Örneğin
Nagg ve Nell Ardennes'teki bisiklet gezintilerini hatırlar.) Ancak bir gelecekleri olduğuna ilişkin
herhangi bir belirti yoktur. Oyunun sonuna doğru Nell'in ölmesi bile hayretle karşılanmaz. Tecrit
edilmiş ortam ve artık mevcut olmayan bir uygarlığa yapılan göndermeler, çoğu kişiyi oyunun
nükleer-ardı bir dünyada geçtiğini düşünmeye yönlendirmiştir. Ancak Beckett bu düşünceyi her zaman
reddetmiştir. Oyuna ilişkin bir başka teori de, Hamm'in ölüm yatağındaki gerçek bir kişi olduğu ve
üzerindeki ölüm baskısının etkisiyle bu kasvetli gerçekliğe ilişkin rüyalar gördüğüdür. Makul bir
teori olmakla birlikte yazarın ya da yakınlarının bunu destekleyecek herhangi bir açıklaması yoktur.
Ancak oyunun yazar tarafından açıkça belirlenmiş dekoru, bu teoriyi destekler şekilde yorumlanmıştır.
Buna göre, yüksek duvarları beyin gibi gri renkte olan boş mekan, Hamm'in kafasının içini
oluşturmaktadır. İki taraftaki yüksek küçük pencereler ise gözleridir. Oyun boyunca anlatılanlar ve
Clov'un pencereden gördükleri, Hamm'in hayalgücünden ibarettir.
Beckett'ın tiyatro oyunları gittikçe hareketten ve sözden arınmaya, görüntüden ve hatta seslerden
ibaret olmaya başlar. Oyun Sonu'nda, Godot'yu Beklerken'in aksine, karakterlerin üçü sabittir.
Hareketli olan Clov ise çok kısıtlı hareketler yapar. Sahne üzerindeki gidiş gelişleri, satrançtaki
atın hareketleri gibi "L" şeklindedir. Bu oyunda karakterlerin konuşmaları da tam cümlelerden değil,
zaman zaman sayıklamaya yaklaşan yarım kalmış cümlelerden oluşur. Oyun Sonu, Beckett'in oyun
yazarlığındaki dönüşümün başladığı oyundur. Beckett daha sonra, televizyon için sözsüz, radyo için
ise genelde çevre seslerinden oluşan hareketsiz oyunlar yazacaktır. Bu minimalist tutum, karakterin
sahnede çok az konuştuğu ve neredeyse hiç hareket etmediği, sürekli daha önce kaydedilmiş bantları
dinlediği Krapp'ın Son Bandı oyununda doruk noktasına ulaşacaktır.
Krapp'ın Son Bandı: Beckett'in 1958 yılında yazdığı bir radyo oyunudur. Türkçe'de tüm kısa
oyunlarının yer aldığı iki ayrı çeviri içinde bulunmaktadır. Bu oyunda Krapp adı verilen bir kişi
hayatının önceki döneminde yaptığı bir kaseti dinlemekte, ara ara durdurup konuşmakta ve çeşitli
şeyler yapmaktadır. Oyunda iki unsur dikkâti çeker, Krapp bu kaset içinde bir şey aramaktadır.
Aradığının ne olduğunu dile getirmemekte ancak bulamadığı anlaşılmaktadır. İkinci önemli unsur ise
duyduğu sese yönelik hissettiği yabancılaşmadır. Kaseti adeta başkası gibi dinlemektedir. Kasete
gençlik döneminde kaydettiği "...sonunda açıkça görüyorum ki hep bastırmaya çalıştığım karanlık,
gerçekte benim en iyi..." bölümünü duyabildiğimiz ancak Krapp'ın kaseti ileri sarması yüzünden sonunu
öğrenemediğimiz cümle aslında oyunun özeti gibidir. Bazı eleştirmenler Beckett'ı Krapp ile, Beckett'ın
kendi sanatsal esininin de aynı yerde, aynı tür havada gerçekleştiğini ileri sürecek kadar özdeşleştirir.
Biyografisi:
Samuel Barclay Beckett 13 Nisan 1906'da Foxrock, Dublin'de doğmuştur. Ancak doğum belgesindeki tarih
13 Mayıstır. Asıl soyadları Becquet olan ailesi Huguenot yani Fransız Kalvinist kökenli olduğu ve 1685'te Nantes
Fermanı'nın yürürlükten kaldırılmasıyla birlikte Fransa'dan İrlanda'ya göç ettiği söylenir. Beckett'in babası
inşaatlarda keşif uzmanı, annesi ise yazarın sözleriyle "neredeyse bir Quaker" kadar derin dinî inançlara sahip
bir hemşireydi. İrlanda Anglikan Kilisesi'ne üye olan ailenin, Dublin'in Foxrock banliyösündeki Cooldrinagh'da
bulunan evi, 1903 yılında Samuel'in babası William tarafından yaptırılmış, bahçesinde tenis kortu da bulunan büyük
bir evdi. Beckett'in şiirlerinde ve düz yazılarında, bu evin, bahçenin, babasıyla gezintiye çıktığı kırların,
yakınlardaki Leopardstown yarış pistinin, Foxrock İstasyonunun ve tren hattının sona erdiği Harcourt Street
İstasyonunun izlerine rastlanır. Kuvvetli ve uysal bir çocuk olan kardeşi Frank'in aksine Samuel zayıf, sağlıksız
ve mızmızdı. Beş yaşındayken anaokuluna gitmeye başladı ve burada ilk müzik eğitimini aldı. Daha sonra şehir
merkezinde Harcourt Caddesi'ndeki Earlsford House School'a devam etti. 1919'da Fermanagh, Enniskillen'de bulunan,
Oscar Wilde'ın da okuduğu Portora Royal School'a geçti. Doğuştan atletik olan Beckett, solak bir vurucu olarak
krikette çok başarılı oldu. Daha sonra, Dublin Üniversitesi takımında yer aldı ve Northamptonshire County Cricket
Kulübü'ne karşı iki maçta oynadı. Böylece Beckett, kriketin kutsal kitabı sayılan Wisden Cricketers' Almanack'ta
yer alan tek Nobel ödülü sahibi kişi oldu.
Beckett, 1923 ile 1927 arasında Dublin'deki Trinity Koleji'nde Fransızca, İngilizce ve İtalyanca üzerine eğitim
gördü. Buradaki hocalarından biri ünlü Berkeley araştırmacısı Dr. A. A. Luce idi. Beckett lisans eğitimini (B.A.)
burada tamamladıktan sonra kısa bir süre Belfast'taki Campbell College'da öğretmenlik yaptı. Ardından Paris'teki
École Normale Supérieure'de lecteur d'anglais olarak çalışmaya başladı. Burada yakın arkadaşı şair Thomas MacGreevy
tarafından, ünlü İrlandalı yazar James Joyce ile tanıştırıldı. Bu karşılaşmanın genç Beckett üzerinde derin bir
etkisi oldu. Beckett ,Joyce'a pek çok çalışmasında yardımcı oldu. Bunların başında, Joyce'un Finnegans Wake adıyla
yayınlanacak olan kitabı için yaptığı araştırmalar gelir. Beckett 1929'da, basılan ilk eseri olan "Dante...Bruno.
Vico..Joyce" isimli eleştiri denemesini yayınladı. Joyce'un eserlerini ve tarzını, ahlâksız, karanlık ve donuk olduğu
iddialarına karşı savunan bu makale; Eugene Jolas, Robert McAlmon ve William Carlos Williams'ın da aralarında bulunduğu
bir grup yazarın Joyce ile ilgili denemelerini içeren Our Exagmination Round His Factification for Incamination of Work
in Progress isimli kitapta yer aldı. Beckett'ın, Joyce ve ailesiyle yakın bir dostluğu vardı. Ancak Beckett, Joyce'un
kızı Lucia'nın kendisine duyduğu ilgiye karşılık vermeyince bu yakınlık bozuldu. Beckett'in ilk kısa öyküsü "Assumption
(Varsayım)" da tam bu dönemde, Jolas'ın çıkardığı bir edebiyat dergisi olan Transition'da yayınlandı. Ertesi yıl Beckett,
aceleyle yazılmış "Whoroscope" isimli şiiriyle küçük bir edebiyat ödülü kazandı. Şiir, Beckett'ın ödüle başvurmaya karar
verdiği sırada okumakta olduğu René Descartes biyografisinden esinle yazılmıştı. Beckett 1930'da Trinity College'a okutman
olarak döndü. Ancak dördüncü dönemin sonunda Aralık 1931'de buradan ayrıldı.[13] Kendi seçtiği bu meslek, neredeyse
patalojik derecede utangaç olması ve ders verirken insanların önünde olmaktan hoşlanmaması[14] sebebiyle onda kısa sürede
hayal kırıklığı yaratmıştı. Ayrıca, Beckett'ın derslerdeki zorlayıcı tutumu ve kıt notları sebebiyle öğrenciler tarafından
şikayet edilmesi ve okul yöneticileri tarafından uyarılması da bu hayal kırıklığını artırdı.[11] Beckett bu hayal
kırıklığını Modern Language Society of Dublin'e bir oyun oynayarak gösterdi. Tümüyle hayal ürünü olan ve ortamdaki
ukâlalıkla dalga geçmek için uydurduğu "Concentrism (Eşmerkezcilik)" akımının kurucusu Toulouselu yazar "Jean du Chas"
hakkında kapsamlı bir makale hazırladı. Beckett 1931'de Trinity'deki görevinden ayrılarak kısa süren akademik kariyerini
sonlandırdı. Hayatındaki bu dönüm noktasının anısına, Johann Wolfgang von Goethe'nin Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları
romanından esinlenerek "Gnome" şiirini yazdı. Şiir nihayet 1934'te Dublin Magazine'de yayınlandı. Beckett Trinity
College'den ayrıldıktan sonra Avrupa'da yolculuklara başladı. Bir süre Londra'da kaldı ve burada 1931'de, Fransız yazar
Marcel Proust hakkındaki Proust isimli eleştirel çalışmasını yayınladı. İki yıl sonra, babasının ölümünün etkisiyle,
Tavistock Kliniği'nde Dr. Wilfred Bion gözetiminde iki yıl sürecek olan bir tedaviye başladı. Bion, Beckett'in Carl
Jung'un Tavistock'ta verdiği üçüncü derse girmesini sağladı. Beckett'in yıllar sonra bile hatırladığı bu ders "never
properly born" hakkındaydı. Buradaki görüşlerin etkileri Beckett'in Watt ve Godot'yu Beklerken gibi eserlerinde görülür.
Beckett 1932'de ilk romanı Sıradan Kadınlar Düşü'nü yazdı ancak pek çok yayıncının olumsuz cevabı üzerine kitabı
yayınlamaktan vazgeçti. Bu roman 1993'e kadar yayınlanamamış olmasına rağmen, Beckett'ın birçok şiirine ve yayınlanan
ilk kitabı olan 1933 tarihli Aşksız İlişkiler isimli öykü toplamına kaynaklık etti. Beckett bu dönemde bazı makaleler
ve incelemeler yayınladı. Bunların arasında "Güncel İrlanda Şiiri" (The Bookman, Ağustos 1934) ve arkadaşı Thomas
MacGreevy'nin şiirlerini incelediği "Hümanistik Dingincilik" (The Dublin Magazine, Temmuz - Eylül 1934) gibi yazılar
da vardı. MacGreevy, Brian Coffey, Denis Devlin ve Blanaid Salkeld'in eserlerini incelediği bu yazılarda Beckett, bu
şairlerin henüz yeterli başarıya ulaşmamış olmalarına rağmen, çağdaşları olan Kelt Uyanışı hareketinden daha üstün
olduklarını savundu ve bu fikrini desteklemek için Ezra Pound, T. S. Eliot ve Fransız sembolistlerinin, bu şairlerin
öncülleri olduklarını öne sürdü. Beckett bu şairleri "İrlanda'nın yaşayan poetikasının çekirdeği" olarak tanımlarken
aynı zamanda modernist İrlanda poetikasının temel kurallarını da belirlemiş oluyordu. Beckett, Echo's Bones and Other
Precipitates isimli şiir kitabını yayınladığı 1935'te aynı zamanda Murphy isimli romanı üzerinde çalışıyordu. O yılın
mayıs ayında MacGreevy'ye yazdığı bir mektupta sinema hakkında okuduğundan ve Moskova'ya giderek Gerasimov Sinematografi
Enstitüsü'nde Sergei Eisenstein ile birlikte çalışmak istediğinden bahsetti.1936'nın ortalarında Sergei Eisenstein ve
Vsevolod Pudovkin'e bir mektup yazarak yanlarında çalışmak istediğini bildirdi. Ancak Eisenstein'ın çiçek salgını
sebebiyle karantinada olması sonucunda mektubun kaybolması yüzünden ve ertelenmiş bir film projesi olan Bezhin Meadow'un
senaryosunu yeniden yazmaya yoğunlaşması nedeniyle, Beckett'ın bu girişimi sonuçsuz kaldı.[22] Beckett bu arada Murphy'yi
bitirdi ve 1936'da tüm Almanya'yı dolaşacağı uzun bir yolculuğa çıktı. Bu yolculuk boyunca, gördüğü önemli sanat
eserlerini kaydettiği pek çok defter tuttu. Ayrıca tüm ülkeyi sarmaya başlamış olan Nazi hareketine karşı duyduğu
hoşnutsuzlukla ilgili notlar aldı. 1937'de kısa bir süre için İrlanda'ya döndü ve Murphy'nin yayınlanmasıyla ilgilendi.
Romanı ertesi sene kendisi Fransızca'ya çevirdi. Annesiyle yaşadığı bir anlaşmazlık, Paris'te yaşama fikrini daha da
destekledi (Beckett 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Paris'e temelli yerleşecekti, çünkü - kendi
sözleriyle - savaşta Fransa'yı, barışta İrlanda'yı tercih ediyordu). Aralık 1937 civarında Beckett Peggy Guggenheim
ile kısa süreli bir ilişki yaşadı. Paris'te Ocak 1938'de, ironik biçimde "tedbirli" lakabıyla tanınan ün salmış bir
kadın satıcısının ısrarlarını geri çevirmeye çalışırken göğsünden bıçaklanan Beckett ölümden döndü. James Joyce, yaralı
Beckett için hastanede özel bir oda hazırlattı. Paris'e daha önceki gelişinden Beckett'ı uzaktan tanıyan Suzanne
Deschevaux-Dumesnil, olayın kamuoyunda duyulmasıyla birlikte yazara ilgi gösterdi ve aralarında yaşam boyu sürecek
bir birliktelik başladı. Bir ön duruşma sırasında Beckett, kendisine saldıran adama bunun sebebini sordu ve "Bilmiyorum,
bayım. Üzgünüm." cevabını aldı.
Beckett 1940'taki Alman işgali sonrasında Fransız Direnişi'ne katıldı. İki yıl boyunca kurye olarak çalıştı ve
birçok defa Gestapo tarafından yakalanma tehlikesi atlattı. Ağustos 1942'de birliğinin ihbar edilmesi sebebiyle, Suzanne
ile birlikte güneye kaçtı ve Alpes-Côte d'Azur bölgesindeki Roussillon, Vaucluse kasabasında saklandı. Burada, evinin
arka bahçesinde mühimmat saklayarak Direniş'e yardım etmeyi sürdürdü. Roussillon'da yaşadığı iki yıl boyunca, Maquis
gerillalarının Vaucluse Dağları'nda Alman Ordusu'na karşı gerçekleştirdiği sabotajlara destek verdi. Fransız Hükümeti,
Alman istilasına karşı savaşımdaki çabaları sebebiyle Beckett'ı, Savaş Haçı (Croix de Guerre) ve Direniş Madalyası
(Médaille de la Résistance) ile ödüllendirdi. Ancak Beckett hayatının sonuna kadar, bu dönemdeki faaliyetlerini hep
"izcilik işleri" olarak adlandırdı. Roussillon'da saklandığı süre boyunca, "bağlantısını koparmamak için" Watt isimli
romanı üzerinde çalıştı. 1941'de başladığı bu roman 1945'te bitti, ancak 1953'e kadar yayınlanmadı. Beckett 1945
yılında kısa süreliğine Dublin'e döndü. Ardından İrlanda kızılhaçının Saint-Lô'da kurduğu hastanede birkaç ay süreyle
ambar görevlisi ve tercüman olarak çalıştı. 1946'da yeniden Dublin'e annesinin yanına gitti. Bu ziyareti sırasında,
annesinin odasında bütün edebi hayatını etkileyip yön verecek bir şeyin farkına vardı. Bu deneyimini daha sonra,
1958'de Krapp'ın Son Bandı oyununda kurguladı. 1946'da Jean-Paul Sartre'ın Les Temps Modernes dergisi Beckett'ın,
daha sonraları La fin veya The End isimleriyle anılacak olan kısa hikâyesi Suite'in ilk bölümünü, yarısının teslim
edilmediğini farketmeden yayımladı. Simone de Beauvoir hikâyenin ikinci bölümünü yayımlamayı reddetti. Beckett aynı
yıl, 1970'e kadar yayınlanmayacak olan dördüncü romanı Mercier ile Camier'i de yazmaya başladı. Bu roman pek çok
yönden, Beckett'in kısa süre sonra yazacağı en ünlü eseri Godot'yu Beklerken'in habercisiydi. Daha da önemlisi,
Beckett'in doğrudan Fransızca yazdığı ilk uzun eseriydi. Beckett, Molloy, Malone Ölüyor ve Adlandırılamayan'dan
oluşan roman üçlemesi de dahil olmak üzere, daha sonraki çoğu eserini Fransızca yazacaktı. Anadili İngilizce
olmasına rağmen eserlerini Fransızca yazmasının sebebi, kendi deyimiyle, "üslupsuz" yazmanın Fransızca'da daha
kolay olmasıydı. Beckett Fransızca'nın onun için taşıdığı "yabancılık kokusunu" seviyordu ve "bir anadili
kullanımının özünde olan otomatizmlerden kurtulmak" için Fransızca yazıyordu. Beckett şöhretinin büyük kısmını
Godot'yu Beklerken isimli oyununa borçludur. Sıkça alıntılanan bir makalede eleştirmen Vivian Mercier, "Beckett
teorik olarak imkânsız bir şeyi, hiçbir olayın geçmediği ama yine de seyircinin koltuğuna yapışıp kaldığı bir
oyun yazmayı başardı. Dahası, ikinci perdede, birinci perdenin kurnazca tekrarlandığı düşünülürse, hiçbir olayın
geçmediği bir oyun yazmayı iki defa başardı." demişti. 1947'den sonraki çoğu eseri gibi bu oyun da ilk olarak En
attendant Godot adıyla Fransızca yazıldı. Beckett bu oyun üzerinde, Ekim 1948 ile Ocak 1949 arasında çalıştı.
1952'de yayınlanan oyun ilk defa 1953'te sahnelendi. İngilice çevirisi ise iki yıl sonra yayınlandı. Oyun Paris'te
popüler oldu, eleştirel başarı elde etti ancak yine de çok tartışıldı. 1955'te Londra'da oynanmaya başladığında kötü
eleştiriler aldı, ancak The Sunday Times'tan Harold Hobson'ın ve daha sonra da Kenneth Tynan'nın olumlu eleştirileri
bu olumsuz havayı dağıttı. ABD'de oyun, Miami'de başarısız oldu, New York'ta ise 59 gösterim ile başarı elde etti.
Daha sonra oldukça popüler olan oyun, ABD ve Almanya'da başarıyla sahnelendi. Beckett artık çoğunlukla Fransızca
yazıyordu ve çevirisini Patrick Bowles ile birlikte yaptığı Molloy dışındaki bütün çalışmalarını kendisi İngilizce'ye
çevirmişti. Godot'yu Beklerken`in başarısı yazarına tiyatroda bir kariyer açtı. Beckett uzun oyunlar yazmaya devam etti.
Bunlar arasında 1957'de Oyun Sonu, daha önce adı geçen Krapp'ın Son Bandı (İngilizce), 1960'da Mutlu Günler (İngilizce)
ve 1963'te Oyun yer alır. 1961'de Beckett çalışmalarının tanınmasıyla, Jorge Luis Borges ile paylaşacağı Uluslararası
Yayıncıların Formentor Ödülü'nü kazandı. 1960'lar hem yazarlığı açısından hem kişisel olarak Beckett için değişim
dönemiydi. 1961'de İngiltere'de gizli bir törenle ve daha çok Fransız miras hukukuna bağlı nedenlerden, Suzanne ile
evlendi. Oyunlarının başarısı üzerine dünyanın pek çok yerinde prova ve oyunlara davet ediliyordu. Bu sürecin sonunda
tiyatro yönetmeni olarak yeni bir kariyer edindi. 1956'da BBC Third Programme'den ilk kez radyo oyunu Tüm Düşenler
için bir ücret aldı. Düzensiz olarak radyo oyunları yazmayı sürdürdü, sonunda sinema ve televizyon için de yazmaya
başladı. Ayrıca, yeniden eserlerini İngilizce yazmaya başladı. Öte yandan, yaşamının sonuna kadar kimi eserlerini
Fransızca yazmaya devam etti. Aktör Cary Elwes, Prenses Gelin (The Princess Bride) filminin DVD ekindeki
video-günlüğünde, Beckett'in Roussimoff ailesiyle komşu olduğunu ve ailenin çocuklarınından birini, çocuk çok iri
olduğu için servise binemediğinden, her gün okula bıraktığını anlatır. André René Roussimoff adlı bu çocuk, ileride
profesyonel güreşçi André the Giant (Dev André) olacaktır. Beckett 1969'da Suzanne'le Tunus'ta tatildeyken Nobel
Edebiyat Ödülü'nü kazandığını öğrendi. Suzanne gözlerden uzak özel yaşamına aşırı derecede bağlı olan kocasının o
andan itibaren şöhretin yükünü taşıyacağını görerek, ödülü "felaket" olarak nitelendirdi. Beckett ödülünü almaya
gitmedi. Beckett söyleşilere çok fazla vakit ayırmamakla birlikte, zaman zaman sanatçılarla, edebiyat
araştırmacılarıyla ve Montparnasse'deki evinin yakınında bulunan Paris' Hotel PLM'nin lobisinde kendisini
arayan hayranlarıyla bizzat görüşüyordu. Suzanne 17 Temmuz 1989'da öldü. Anfizem ve muhtemelen Parkinsona yakalanan
ve bir bakımevinde kalmakta olan Beckett da aynı yıl 22 Aralık'ta öldü. İkisi Paris'te Montparnasse Mezarlığı'nda
birlikte gömülüdür ve Beckett'in "gri olmak şartıyla herhangi bir renk olur" direktifine uygun, mermerden bir mezar
taşını paylaşmaktadır.
Beckett'in yazar olarak kariyeri kabaca üç döneme ayrılabilir: 1945'de II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar sürecek
olan ilk çalışmaları; 1945'den 1960'ların ilk yıllarına kadar süren ve muhtemelen en iyi bilinen çalışmalarını çıkardığı
orta dönem; 1960'ların ilk yıllarından ölümüne kadar süren son dönem. Bu son dönemde Beckett'in çalışmaları çok daha
kısa olmaya yönelmiştir ve stili de çok daha minimalisttir.
Erken dönem: Beckett'ın erken dönem eserleri arkadaşı James Joyce'un eserlerinin yoğun etkisi altındadır.
Titizlikle hazırlanmış ve Joyce'un tarzının türevi sayılabilecek bir dilde yazılmış bu metinlerin bazı kısımları oldukça
anlaşılmazdır. Kısa öykü toplamı olan Aşksız İlişkiler (1934) kitabının açılış cümleleri bu üslûba örnek gösterilebilir:
"Sabahtı, aydaki kantolardan ilkinde takılıp kalmıştı Belacqua. Kafası feci karışmıştı, hiçbir şey anlayamıyordu. Neşe
saçan Beatrice oradaydı, Dante de; Beatrice ona ayın üzerinde görülen karaltıları açıkladı bir bir. Öncelikle nerede
yanılgıya düştüğünü gösterdi, sonra kendi açıklamalarını aktardı. Tüm bunlar Beatrice'e, Tanrı'nın öğrettikleriydi, bu
nedenle Belacqua doğruluklarına güvenebilirdi." Bu bölüm Dante Alighieri'nin İlahi Komedya'sına yapılan göndermelerle
doludur ve bu eseri tanımayan okuyucular için kafa karıştırıcıdır. Yine de burada, Beckett'ın sonraki eserlerinin pek
çok belirtisi mevcuttur: Belacqua karakterinin fiziki hareketsizliği, karakterin kendi düşüncelerine saplanıp kalmışlığı,
son cümlenin saygısızca komik olması vb. Benzer unsurlar Beckett'ın yayınlanmış ilk romanı Murphy'de de (1938) görülür.
Sonraki eserlerinde sürekli tekrarlanan delilik ve satranç temaları, bir ölçüde bu romanda da mevcuttur. Romanın açılış
cümlesi, Beckett'ın tüm eserlerine hayat veren kötümser alt anlamların ve kara mizahın ipucunu verir: Hep aynı dünyanın
üzerinde ışıldıyordu güneş, başka seçeneği yoktu çünkü. II. Dünya Savaşı sırasında Roussillon'da saklanırken yazdığı Watt
ise aynı temaları içermekle birlikte, daha az coşkulu bir üslûba sahiptir. Bu romanın bazı bölümlerinde insan hareketleri
matematiksel permütasyon gibi kurgulanmıştır. Bu durum, Beckett'ın daha sonraki oyun ve romanlarında ortaya çıkacak olan,
hareketlerin kesin şekilde tanımlanması kaygısının habercisidir. Beckett'ın Fransızca edebi metinler yazmaya başlaması da
bu döneme denk gelir. Aynı dönemde İngilizce olarak yazılan ve Echo's Bones and Other Precipitates (1935) isimli kitapta
toplanan şiirlerdeki yoğunluğun aksine Fransızca yazılmış bazı kısa şiirlerdeki arılık Beckett'ın tarzındaki - Watt'ta da
belirtileri görülen - sadeleşmeyi, başka bir dili kullanarak da olsa başlattığını göstermektedir.
Orta dönem: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Beckett, edebi dil olarak temelli Fransızca'ya yöneldi. Bu seçim
ile yukarıda anlatılan, Dublin'de annesinin odasında yaşadığı, sanatının öznel olması ve tamamıyla kendi iç dünyasından
kaynaklanması gerektiğini anlamasını sağlayan "deneyim", Beckett'in en bilinen eserlerini vermesiyle sonuçlanacaktı.
Savaştan sonraki on beş yıl süresince Beckett dört uzun tiyatro oyunu yazdı: En attendant Godot (1948–1949; Godot'yu
Beklerken), Fin de partie (1955–1957; Oyun Sonu), Krapp's Last Tape (1958; Krapp'ın Son Bandı) ve Happy Days (1960;
Mutlu Günler). Genelde, doğru ya da yanlış biçimde, absürt tiyatronun temel eserleri olduğu düşünülen bu dört oyunda,
her ne kadar Beckett'ın kendisi varoluşçu olmasa da, dönemin varoluşçu düşünürlerinin eserlerindeki temalar kara mizah
tarzıyla ele alınmıştı. "Absürt tiyatro" terimi ilk defa Martin Esslin'in aynı isimli kitabında ortaya çıkmış, bu
kitabın önemli bir bölümü de Beckett ve Godot'ya ayrılmıştı. Esslin bu oyunların, Albert Camus'nün "saçma" kavramının
tamamlayıcısı olduklarını öne sürdü[52] ve Beckett bu sebeple sıklıkla - ve hatalı olarak - "varoluşçu" olarak
nitelendirildi. Eserlerinde benzer temaları işlemiş olsa da, Beckett'ın varoluşçuluğa karşı bir ilgisi yoktu. Beckett
ayrıca absürt tiyatro tanımına da karşı çıkıyordu. Genel anlamda oyunlar, anlaşılamaz ve akıl erdirilemez bir dünya
karşısında hissedilen umutsuzluk ile bu umutsuzluğa rağmen yaşamda kalma isteğini anlatır. Oyun Sonu'nda çöp varillerinde
yaşayan ve zaman zaman kafalarını dışarı uzatıp konuşan karakterlerden biri olan Nell'in sözleri, Beckett'ın orta dönem
tiyatro oyunlarının iyi bir özetidir: "Hiçbir şey mutsuzluktan daha gülünç değildir, kabul ediyorum... Evet, evet!
Dünyadaki en gülünç şeydir o. Başlangıçta ona güleriz, yürekten güleriz. Ama hep aynıdır. Tıpkı sık sık anlatılan güzel
bir fıkra gibi. Hep beğeniriz, ama artık ona gülmeyiz."
Beckett'ın 1970'lerde düz yazıdaki önemli başarılara imza atmıştır, Molloy (1951), Malone meurt (1951; Malone Ölüyor)
ve L'innommable (1953; Adlandırılamayan) isimli üç romandı. Yazarın açıkça aksini belirtmiş olmasına rağmen zaman zaman
"üçleme" olarak değerlendirilen bu romanlar, gittikçe daha da yalınlaşmış, sadece temelde gerekli olan unsurları içerecek
derecede sadeleşmişti. Bu sebeple bu üç romanda, Beckett'ın olgun dönemindeki tarzının ve kullandığı temalarının gelişimi
gözlenebiliyordu. Örneğin Molloy zaman, mekân, eylem ve konudan oluşan geleneksel roman öğelerini içeriyordu ve bir bakıma
bir dedektif romanıydı. Malone Ölüyor'da ise mekân ile zamanın akışı varlığını sürdürürken konu ve eylem büyük oranda
ortadan kalkmıştı. Romandaki temel hareket unsuru, bir iç monolog şeklini almıştı. Son olarak Adlandırılamayan'da tüm
zaman ve mekân duygusu yok edilmişti. Romanın ana teması bir "ses"in, var olmayı sürdürmek için sürekli konuşmak zorunda
olması ile en az bunun kadar kuvvetli bir dürtü olan sessizliği arayışı arasındaki çatışmaydı. Bunda Beckett'ın, savaşın
dünyayı ne hâle getirdiğine ilişkin deneyimlerinin izlerini bulmak mümkündür. Bu romanlar da örnek gösterilerek, Beckett'ın
eserlerinin genelde kötümser olduğu kabul edilir. Buna rağmen Adlandırılamayan'ın sonunda yaşam kazanmış gibidir. Romanın
son cümlesi bunu ima eder: "Devam edemem, devam edeceğim." Bu romanların ardından Beckett, sürdürülebilir bir düz yazı
çalışmasına ulaşabilmek için çabaladı. Ancak bu çabaların sonucunda sadece, daha sonra Texts for Nothing (Hiç İçin Metinler)
adıyla bir araya getirilecek olan hikâyeler ortaya çıktı. Yine de Beckett 1950lerin sonunda, en radikal düz yazı eseri olan
Comment c'est (1961; Acaba Nasıl?) isimli kitabını yazdı. Konserve kutularıyla dolu bir çuvalı sürükleyerek çamur içinde
emekleyen isimsiz bir anlatıcının başından geçenleri anlatan bu kitap, noktalama işaretleri kullanılmamış bir dizi paragraf
halinde, telgrafvari bir üslupta yazılmıştır. Bunun ardından, Beckett'ın drama dışı bir düz yazı eser vermesi için neredeyse
on yıl geçmesi gerekecekti. İçerik ve biçim olarak alışılmış tarzın oldukça ilerisine geçen Acaba Nasıl ile birlikte,
Beckett'ın yazarlığında yeni bir dönem başladı.
Son dönem: 1960'lar boyunca ve 1970'lerin başında Beckett, 1950'lerdeki eserlerinde de belirgin olan yoğunluğa
daha da fazla yöneldi ve bu durum minimalist olarak tanımlanmasına sebep oldu. Bunun en uç örneklerinden biri, dramatik
eserleri arasında olan 1969 tarihli Soluk'tur. 35 saniye süren ve hiçbir karakter içermeyen bu parça, Oh! Calcutta! revüsünde
açılış parçası olarak kullanılmıştı ve muhtemelen bu revüye ironik bir yorum olarak yazılmıştı. Önceki oyunlarda zaten az
sayıda olan karakterler, son dönem dramatik eserlerinde artık sadece en gerekli öğeleri içerecek şekilde daraltılmıştı.
Örneğin, ironik bir isme sahip olan 1962 tarihli Oyun'da büyük cenaze vazolarına boyunlarına kadar gömülü olan üç karakter
vardı. 1963'te aktör Jack MacGowran için televizyon draması olarak yazılan Söyle Joe'daki tüm hareket, sürekli olarak
başkişinin suratına odaklanarak yakın çekime geçen bir kamera ile sağlanmaktaydı. 1972 tarihli Ben Değil oyunu ise,
Beckett'ın sözleriyle "gerisi karanlık bir sahnede hareket eden bir ağızdan" ibaretti. Krapp'ın Son Bandı'nda ipuçları
verilmiş olan bu son dönem oyunları temelde hafızayla; durgun bir şimdiki zamanda geçmişteki can sıkıcı olayların yeniden
hatırlanmasıyla ilgiliydi. Dahası, bu oyunlarda sıklıkla kişiliğin sınırlandırılması teması mevcuttu ve bu durum Söyle
Joe'daki gibi başkişinin kafasına dışarıdan gelen bir ses ile ya da Ben Değil'deki gibi başkişi hakkında başka bir
karakterin yorumda bulunması şeklinde gerçekleşiyordu.
Beckett 20. yüzyıl yazarları arasında en çok takdir edilen ve üzerinde en çok tartışılanlardan biridir.
Hakkındaki görüşler ikiye ayrılır. Jean-Paul Sartre ve Theodor W. Adorno felsefi eleştirilerinde, onu saçmalığı
ortaya çıkardığı için, diğer bazı eleştirmenler ise eserlerinde basitliği reddettiği için övdü. Georg Lukacs
gibi bazı eleştirmenler ise Beckett'i eserlerinde felsefi realizmin yer almaması sebebiyle eleştirdi.
Beckett'in ölümünden bu yana oyunlarının tüm sahnelenme hakları, yazarın yeğeni Edward Beckett tarafından yönetilen
Beckett Mirası'na aittir. Bu yönetim, oyunların nasıl sahneleneceğini çok sıkı kontrol etmekle ünlüdür ve
oyunlardaki sahne talimatlarına uyulmayan prodüksiyonlara kesinlikle izin vermez.
Yapıtları:(Kronolojik sırayla)
1930: Whoroscope (Şiir); 1931: Proust (Deneme); 1932: Sıradan Kadınlar Düşü (Roman, yayınlanması: 1992); 1934:
Aşksız İlişkiler (Novela); 1935: Echo's Bones and other Precipitates (Şiir); 1938: Murphy (Roman); 1945: Watt
(Roman, Yayınlanması: 1953); 1946: Mercier ile Camier (Roman Yayınlanması: 1970); The Expelled (Öykü); The
Calmative (Novela); The End (Öykü); 1947: Eleutheria (oyun; yayımlanması 1995); 1951: Molloy (Roman); Malone
Ölüyor (Roman); 1952: Godot'yu Beklerken (oyun); 1953: Adlandırılmayan (Roman); 1953: Hiç İçin Metinler (Öykü);
1956: Sözsüz Oyun I; Sözsüz Oyun II; Tüm Düşenler (Radyo Oyunu); 1957: Oyun Sonu (Oyun); From an Abandoned Work
(Radyo Oyunu); 1958: Krapp'ın Son Bandı (Oyun); Three Dialogues (Georges Duthuit ve Jacques Putnam ile) (Deneme);
1959: Fragment de théâtre I-II (Oyun); Korlar (Radyo Oyunu); 1960: Mutlu Günler (Oyun); Korlar (Radyo Oyunu);
Eski Şarkı (Radyo Oyunu); 1961: Acaba Nasıl? (Roman); Radyo Oyunu Taslağı I-II; Sözler ve Müzik (Radyo Oyunu);
Collected Poems in English (Şiir); 1962: Cascando (Radyo Oyunu); 1963: Oyun (oyun); 1965: Geliş ve Gidiş
(oyun); Söyle Joe (Televizyon); Film (Sinema); 1967: Collected Poems in English and French (Şiir); 1969: Soluk
(Oyun); 1971: Le Dépeupleur (Öykü); 1972: Ben değil (Oyun); 1973: First Love (Novela); 1975: Bu Kez (Oyun);
Adımlar (Oyun); Hayalet Üçlüsü (Televizyon); 1976: Ama bulutlar (Televizyon); Fizlles (Novela); 1979: Compaigne
(Novela); 1980: Solo (Oyun); 1981: Beşik (Oyun); Ohio Doğaçlaması (Oyun); Quad I, II (Televizyon); Mal vu mal dit
(Novela); 1982: Felâket (Oyun); Nacht und trauma (Televizyon); 1983: Ve Nerede? (Oyun); Disjecta (Deneme); 1984:
Worstward Ho (Öykü); 1988: Stirrings Still (Öykü); 1989: What is the Word (Şiir);
Yazar ve kitapla ilgili yazılar ve kitaplar:
Yeni başlayan sonların yazarı olmak: Beckett olmak
Samuel Beckett 1906-1989 yılları arasında yaşamış bir yazar olmak, bütün yirminci yüzyılın çaresiz tanığı olarak, hayallerin, umutların, mücadelenin, yenilginin, ve düş kırıklığının öznesi ve nesnesi olmak, başlangıçların ve sonların ama bir türlü kesin ve mutlak bir sona ulaşamayan, sürmekte olan, yeni başlayan sonların yazarı olmak: Beckett olmaktır.
Modernliğe bağlı umutların olduğu kadar, modernlik karşıtı umutların da yıkıldığı bir çağda, görüntü, gürültü ve hız çağında suskunluktan ve kımıltısızlıktan başka ne kalır “karşıt” olabilecek? Görüntü, gürültü ve hız bir yanılsama değil midir aslında suskunluğu ve kımıltısızlığı gizleyen? O halde nedir gerideki “hiç”ten başka? Böyle bir zamanda, hiçliğin içini oymak dışında, sesteki sessizliği ve sessizlikteki sesi, kımıltıdaki kımıltısızlığı ve kımıltısızlıktaki kımıltıyı yazmak dışında nedir yazarı yazar yapan, Beckett yapan?
Görüntü, gürültü ve hız çağı: Teknolojinin, iktisadın ve her alandaki iktidarın ezdiği insan, iki dünya savaşı ve bölgesel savaşlar, katliamlar ve toplama kampları, insan yaşamının anlamını açıklamakta yetersiz kalan din ve felsefe, onca bel bağlanan Batı uygarlığının ve simgelediği modern değerlerin çözülmesiyle birlikte değeri en aza indirgenen insan, “ölen tanrı” nın hayaletinin yeryüzüne saçtığı kötülük… İronik bir “altın çağ” parodisi.
1984 yılında sorulan bir soruya, “Beklentiler: Sıfır; Umutlar : Sıfır” cevabını verir Beckett. Yaşamının her evresinde verebilirdi bu cevabı. Yine de var olunan, yaşamın üstlenildiği ve eserler verilen bir yerdir “sıfır” noktası. İnsanın ve Beckett’in muamması bu olmalı. “Hep denedin, Hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.”
Terk edilmişlik, saçmalık, mahkumiyet, suçluluk, zamanın ve mekânın dışındalık, kendine ve ötekilere yabancılık, güçsüzlük, müstehcenlik, iğrençlik … Geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış, geleceğin değerlerini yaratamayan insan sadece anlamsız bir dünyaya fırlatılmış ve yalnız değildir, attığı her adım, her düşüncesi, her duygusu da hayal kırıklığına ve aşağılanmaya mahkumdur; her proje, daha oluşurken kaynağını kurutur, çürür ve tersine döner.
Her şey bize ihanet etmektedir: Yaşam, ötekiler, kendi gövdemiz, en kişisel düşüncelerimiz, en tutkulu duygularımız … Ve biz, sakatlanmış, dilsiz, gövdesiz, karanlığın içinde amaçsız dolaşırız ve dolaşmaya mahkumuz ama çoğu kez kımıldayamadığımızdan mahkûmiyetimiz işkenceye dönüşür; bu acınası halimizde birazcık olsun yücelik yoktur, gülünç bir trajedidir her şey … İnsan, hayvansı işleyişlerin egemen olduğu bu iğrenç yaşamda kendi fiziksel aşağılığını sürekli hissederken, “dünya” denen toplumsal olgunun vazgeçilmez varlığı olmanın ve yeryüzü”ndeki tüm yaratıklar gibi “ölüm”e yazgılı oluşun ikilemini de sonsuz bir tedirginlik olarak yaşamaya devam eder bir “Beckett metninde yaşar gibi …”
Hiçbir yere götürür Beckett hiç olan insanların hiç için hareket ettiği hiçin dünyasına: Hiçlik ve Her Şey evrenine. Beckett’in bizi kara mizahla ve acı alayla soktuğu bu evrende, mizahın ve alayın üşüten doruklarından, insanın trajedisine (kendi trajedimize) duyduğumuz merhamet duygusuyla ineriz yeryüzüne: Gövdemiz yaralı, aklımız noksan … Bu bir yolculuk mudur? Hiçbir yere götürmemiştir ki bizi Beckett!
Hiçlikten doğan yazı
Bir oyun bozandır Beckett. Bütün geleneksel anlamların paranteze alınıp yerine başkalarının konduğu (Sartre’m devrimi, Camus’nün başkaldırıyı önerdiği) bu yokluk ortamında Beckett’in yaptığı sadece bir ifşa, bir ihbardır: İsyan etmez, gözetler; saçmayı yargılamak için saçmanın dışında durmaz, içine yerleşip bu ilk, temel anlamsızlığa gönüllü olarak girer ve kahramanlarını biz okurlarını da asla oradan çıkarmaz.
Ama ne olursa olsun bir şeye gönderir kelimeler Beckett? Düzyazısındaki ve şiirindeki garip ilgisizlik ve mantık soğukluğu yazının yaşam deneyiminden değil, yazının kendisinden yani hiçlikten doğduğunu anlatmaktadır … Beckett metni: Kendinden başka hiçbir şeyin amacı ve aracı olmadığı için tüm evren olabilen edebiyat … Yazmak: Boşlukta konuşmak, karşında biri varken herhangi birine söylenmeyen kelimeleri, hiçbir dolaysız etki iddiasında olmayan, alet olmayan, sadece imge olan kelimeleri telaffuz etmek … Yazı: Özneyle yazarla ve okuyucuyla arasına sürekli mesafe kovan ve kaçan sesler.
“Anlaşılmayı” beklemeyen kitaplar yazarıdır Beckett; “hiç” ile bir şey yapar ve bu bir şeydir. “Buradaki tek anlam,” der Georges Bataille, ” kendi tarzında bir anlam, belki bir anlam parodisi, kısacası içimizdeki anlamlar dünyasını anlaşılmaz hale getiren ayrı bir anlam olan anlamsızlıkta yatar.” Anlatının taklit edebileceği bir dünya yoktur ve anlatırken anlattığının başka bir şey olduğunu anlar insan asla her şey anlatılamaz, hep bir şey unutulur ve eğer her şey söylenirse, hiçbir şey söylenmemiş olur. Çünkü her şeyin söylendiği bir dünya bitmiş, tamamlanmış, ölü bir dünyadır:oysa son, ölüm değildir, gelecek olan, ama ne zaman geleceğini kimsenin bilmediği, sadece geleceği bilinen şeydir. Bitirmek bu sona doğru yürümektir ve son, sona doğru götüren yoldur, bu anlamda her şeyin çoktan bittiği söylenebilir daha baştan itibaren. “İnsan, bitmeye mahkumken bitemeyen varlıktır.” Dolayısıyla, yaşamı anlamsız kılan ölüm değildir. Tersine, eylemlerimize anlam vermemizi buyuran ölümdür, ama tüm yaşam ölümsüz gibi yaşanır: Hiç olarak.
Bu yüzden, insanın biri olma, bir şey anlamına gelme çabasıyla birlikte başlar mutsuzluğu da; ve bütün bilgelik ve mutluluk, bizi iyi kötü sona doğru taşıyan anonim ve durgun akıntıya (katılıncaya kadar) yaklaşmaktadır. Murphy, bu ilk Beckett romanı, hiç olmak, dünyadan, gövdesinden ve ruhundan kaçmak isteyen Murphy ile hiç olmasına izin vermeyen ötekiler arasındaki çatışmanın romanıdır. Alay ve hiciv güçlükle gizleyebilir buradaki trajediyi. Ikinci roman Watt ise, toplumla ilişkisini sürdürmek isteyen, ancak bunda başarılı olamayan, giderek dil düzeyinde de iletişim gücünü yitiren ve gidebileceği tek yer tımarhane olan bir diğer antikahramanın, Watt’ın hikayesidir. Her iki romanın da (görünür) bir başlangıcı, (kuşkulu) bir sonu vardır ve (muhtemelen) bir şey olur. Ama ses ?anti kahramanların, diğer kişilerin (ve Beckett’in) sesi konuşmaya önceden başlamıştır, sonra da devam edecektir, susması için hiçbir neden yoktur ve bizim yakalayabildiğimiz okuyabildiğimiz kelimeler sonsuz ve sonuçta hedefsiz bir söylemin parçalarıdır. Bu yüzden Beckett okumak hep aynı kitabı ve hiçbir şeyi okumaktır. Beckett’lı, söylemi bizi yaşam diye adlandırılan şeyin dehşetine maruz bırakırken, kitap(lar) da bize sadece kitap olduğu duygusunu verir ; kelimelerin gerçekdışı sıralanışı, sözün her adımda kendi boşluğuna neden olan kendiliğinden yürüyüşü …
Edebiyatın sessizliği
Son yazarın ölümüyle birlikte edebivatın yok olacağı günü hayal eden (Beckett’in belki en yakın olduğu yazar) Maurice Blanchot, son hakikatın ;sessizlik olduğunu ve edebiyatın sessizliğin doruk noktasında sona ereceğini düşünür. Sessizliğe yazarak varılacaktır. Çünkü Blanchot’nun dediği gibi, ” her edebi eser, bizden söz ederken bize yönelen bu konuşkan sonsuzluğa karşı sıkı bir savunma – ve yüksek bir duvardır.” Söylemek istediğini söyledikçe daha azını söyleyen, hiçbir şey söyleyen Beckett romanları hem bu “konuşkan sessizliğe” karşı bir barikattır, hem de sonu gelmez bir edebiyat olarak sonu gelmez bir yenilgiye mahkumdur. Söz ‘le sessizliğin, varlık ile hiçliğin çakıştığı noktayı bulmuştur Beckett:Son yazar! Söz, sözsüzlük, kelimesizlik, kımıltısızlık, bedensizlikkaos öncesi: Bugün . Tarihin dışına çıkmış bir çığlıktır, bir kımıltı bir sus işaretidir Beckett?Ama tarih devam etmekte … O halde, insanı bu sıfır noktasından ne çıkaracak?
Değişim için kuşkusuz gerekli olan karanlıkta, sonun çoktan burada olmadığını, bitmeyenin sonunun gelmediğini kim iddia edebilir ki? Beckett’in, “son yazar”ın sesi bütün tınısını buradan alır Murphy’nin, Watt’ın (biz çağdaşlarının) sesi de. Biz çağdaşları, Türkçe’ de yaşayanlar, yıllardır okuruz Beckett üzerine yazıları, Beckett’ten çevirileri … Yine de ruhuyla, kalemiyle Türkçe okumak isterseniz Beckett romanlarını; en sadık, en güzel “ihaneti” öneririm: Uğur Ün çevirilerini; yani;
(*) Son Yazar Samuel Beckett/ Yazarın kendi başlığı
Işık Ergüden - 12 Mayıs 2014
Kaynak: http://www.insanokur.org/
* "Samuel Beckett’in Geleneksel Tiyatroya Başkaldıran Oyun Sonu Ve Godot’yu Beklerken Adlı Yapıtları Üzerine Bir İnceleme"
Ümran Türkyılmaz, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 7, 2017, Sayfa: 240-263
* "Samuel Beckett’a Göre Arıcılık" (L’Apiculture selon Samuel Beckett);
Martin Page; Çeviren: Işık Ergüden; Sel Yayınları;
Samuel Beckett’a Göre Arıcılık, Beckett’ın kapalı dünyasına bir giriş çabası gibi görünse de, biyografik bilginin, sanatçının özel hayatının ve karakterinin yapıtlarının önüne geçmesine dair ironik bir roman. Sanatçının hayatının bir koleksiyon unsuru haline gelmesine, gündelik eylemlerin, hobilerin ve hatta hastalıkların abartılı bir anlamla donatılarak sanat tarihinin bir parçasıymış gibi sunulmasına; özel olanın edebi olanla ilişkili olma zorunluluğuna indirilmiş hiciv dolu, metaforik bir darbe...
* "Beckett, Tükenmeyen Arzu" (Beckett, l’increvable désir)
Alain Badiou; Çeviren: Zeynep Turan; Sel Yayınları;
Samuel Beckett yazınına dair geleneksel algı ve çıkarsamalara karşı entelektüel bir meydan okuma niteliği taşıyan Beckett, Tükenmeyen Arzu, Alain Badiou’nun Beckett hakkında kaleme aldığı denemelerin eksiksiz bir derlemesi niteliğinde. Kalıplara sıkıştırılmış Beckett okumalarını reddeden Badiou, onun üzerine yapışan “umutsuzluğun, saçmanın ve karamsarlığın varoluşçu yazarı” imajını yıkmanın yolunu açıyor. Yöntem olarak satırlardaki “örtük şiir”in prozodisini ve metinlerin temalarını izleyerek Beckett’in ılımlı, ölçülü, hassas fakat cesur çıkarımlarına ulaşmaya çalışıyor. Badiou tam da bu çıkarımlara dayanarak Beckett’in eserlerinin felsefenin ta kendisi olduğunu ileri sürüyor. Kırk yıllık çalışmasının meyvelerini okurlarıyla buluşturan Badiou’dan dünya edebiyatının usta kalemine alternatif bir yaklaşım...
*"Acı Çekiyorum o halde varım"
Yalın İnce, K Dergisi, Sayı:73, Sayfa: 2-5; 22.02.2008
(Okumak için fotoğrafların üzerine tıklayınız>
*"Hiçbir yere doğru, ileri"
Maurice Nadeau, Türk Dil Kurumu Dergisi, Roman Özel Sayısı, sayfa: 235-239; 1964
(Okumak için fotoğrafların üzerine tıklayınız>
Bağlantılar:
* "Yazarla ilgili dijital arşiv" İngilizce
* "British Library'de yazarla ilgili bölüm" İngilizce
* "Yazarın yapıtlarına erişilebilen arşiv" İngilizce