Gurur ve Önyargı (bizdeki adıyla 'Aşk ve Gurur') Jane Austen'ın yirmili yaşlarının başındayken yazdığı ikinci romanıdır. Bay ve Bayan Bennet'le kızları Elizabeth (Lizzy), Jane, Marry, Catherine(Kitty) ve Lydia'nın İngiltere'de Londra'ya yarım günlük mesafede Longbourn köyünde oturmaktadırlar. Bay ve Bayan Bennet çok uğraşmalarına karşın hiç erkek çocuk sahibi olamamışlardır. Dolayısıyla içinde yaşadıkları mülk, Bay Bennet yaşamını yitirdiğinde ellerinden gidecektir. Herhangi bir işleri olmayan Bennet'lerin kızlarının yaşamlarını sürdürebilmeleri için tek çareleri zengin birer koca bulup evlenmektir. Özellikle Bayan Bennet'in yaşamının tek amacı budur. Bennet ise akıllı, kuralları olan bir beyefendidir. Kitty ve Lydia balodan davete gezerek tam da annelerinin istediği gibi erkeklerle gönül eğlendirmektedirler. Mary oldukça içine kapanık, sürekli kitap okuyan bir kızdır. En büyük kız kardeş olan Jane aralarında en güzel ve en alçakgönüllü, en iyi huylu olandır. Romanın asıl anlatıcısı ve ana karakteri olan Elizabeth ise babası gibi oldukça akıllı, nasıl davranılacağını bilen, ablası kadar olmasa da oldukça güzel bir kızdır. Evlerine birkaç kilometre mesafedeki Netherfield Köşkü'nü Londra'dan gelen zengin ve genç bir adam olan Charles Bingley kiralar. Bayan Bennet bu duruma sevinir ve çok heyecanlanır. Çünkü bekâr olduklarını öğrendikleri bu beyefendinin kızlarından birini beğenme olasılığı oldukça yüksektir. Bu düşüncesinden kızlarına özellikle de iki büyük kızına söz eder. Bingley'lerin taşınmasından sonra civarda verilen bir baloda tanışırlar ve Bingley, Jane'den etkilenir. Fakat kız kardeşleri ve en yakın arkadaşı Darcy Fitwilliam bu beraberliği çok uygun görmemişlerdir. Genç kız kardeşler güzel olmakla birlikte kendilerinden alt sınıfa mensupturlar, bu ise ciddi bir beraberliğe imkân vermemektedir. Bingley ve Jane baloda birçok kez dans ederler, Darcy ise Elizabeth ile bir kez dans eder. Fakat ardından şu sözleri söyler "Hoş bir kız, ama beni cezbedecek kadar değil. Ayrıca başka erkeklerin reddettiği genç kızları eğlendirecek değilim." O sırada Darcy'nin arkasında ona yakın bir yerde olan Elizabeth bu sözleri duyar ve çok öfkelenir. Darcy ile ilk sürtüşmeleri bu şekilde olur. Balodan sonra Jane'den çok etkilenen Bingley, onu evine davet eder. Jane geceyi orada geçirebilsin diye Mrs. Bennet onu akşama doğru ve geri dönemeyeceği kadar kötü bir havada gönderir. Fakat Jane yolculuktan sonra çok hastalanır, yatağa düşer. Bingley samimiyet ve endişeyle, kız kardeşleri ise sahte bir kibarlıkla ona bakarlar, iyileşene kadar da bir yere gitmesine izin vermezler. Kardeşinin durumuna çok üzülen ve onun için çok endişelenen Elizabeth de Bingley'lerin evine kardeşini görmeye gider. Durumundan endişelendiği için iyileşene kadar Jane'in yanında kalmaya karar verir. Bu durum Caharles'in kız kardeşleri ve Darcy'nin pek hoşuna gitmez. Lizzy ve Darcy'nin bu ikinci karşılaşmalarında yaşadıkları sürtüşme tersten de olsa bir ilgiye dönüşür. Elizabeth ve Jane eve döndüklerinde ziyaretlerine gelmiş olan babalarının yeğeni ve ailenin mülkünün tek varisi olan genç din adamı Bay Collins’i bulurlar. Tam bir kibarlık budalası olan Bay Collins Bennetlerin kızlarından birisiyle evlenmenin çok gerekli ve iki açıdan da iyi olacağını düşünmektedir. Kısa bir süre içinde Elizabeth’e evlenme teklif eder ancak reddedilir ve gururu kırılır. Bu sırada yakınlardaki Meryton kasabasında bir askeri birlik konaklamıştır ve Bennetlerin kızları birliğin subaylarıyla arkadaşlık etmektedirler. Aralarında Wickham adında genç ve yakışıklı bir subay da vardır. Wickham Elizabeth’e ilgi gösterir. Darcy'i de tanıdığını ve onu nasıl bir acımasızlıkla mirasından ettiği hakkında Elizabeth'e bir hikâye anlatır. Elizabeth bu anlatılanlardan daha çok etkilenir ve Darcy'den daha çok nefret eder. O çevrede yapılan değişik sosyal etkinliklerde Darcy kendisini Elizabeth’in çekiciliği ve zekasına gittikçe daha çok kaptırır. Jane ve Bingley’nin yakınlığı sürmektedir. Bay Bingley ve kardeşleri, Jane’i umutsuzluğa düşüren bir kararla Londra’ya geri dönerler. Bu sırada Elizabeth’in en iyi arkadaşı Charlotte Lucas Bay Collins'le nişanlanır. Charlotte, hızla gelişen bu evlilik sonrasında Elizabeth’i mutlaka yeni evine beklediğini söyler. Kış ilerlerken Jane, Londra’ya yakınlarını ziyarete gitmeye karar verir. Londra'da oldukları için bu sırada Bingley’le de karşılaşacağını düşünmektedir. Ancak sadece Bingley’nin kız kardeşini görebilir onun da Jane’e karşı tutumu oldukça soğuk ve kabadır. Jane bu durumdan sonra evlenme ihtimâlinin suya düştüğünü düşünür. İlkbaharda Elizabeth, Collinsleri ziyarete gider. Bay Collins'in patronu aslında Bay Darcy’nin de halasıolan Lady Catherine de Bourgh’dur ve evleri onun malikanesine çok yakındır. Collinsler sık sık Lady'ye ziyarete gitmekte, haftada bir onlara yemeğe konuk olmaktadırlar. Elizabeth Lady Catherine’e davetli olduğu bir gün Darcy’yle karşılaşır. Elizabeth nedeniyle Darcy de Collinsleri sık sık ziyaret eder. Bir seferinde de Elizabeth'e evlenme teklifinde bulunur ve anında reddedilir. Elizabeth ona kibirli olduğunu söyler ve hoşlanmadığını belirtir. Ayrıca Bay Bingley'i Jane'den uzaklaştırmak, ayrıca da Wickham'ı mirasından mahrum etmekle suçlar. Darcy çok geçmeden bir mektupla suçlamalara cevap verir. Bingley'i Jane'den uzaklaştırdığı konusunda haklı olduğunu, ama bunu aralarındaki Jane'in duygularının ciddi olmadığını düşündüğü için yaptığını yazmıştır. Wickham konusunda ise bambaşka şeyler anlatır ve onun kız kardeşi Georgiana'yı kandırıp, kaçırma teşebbüsünde bulunduğunu. Böylelikle yalnız kendi payına değil, kızkardeşinin mirasına da sahip olmak istediğini ama sonrasında onunla yüklü bir para karşılığında mirastan kendisinin feragat ettiğini anlatır. Mektup Elizabeth'in duygularını yeniden sorgulamasına yol açar. Eve döndüğünde, Wickham'a karşı oldukça soğuktur. Wickham'ın birliği kasabayı terk eder ve Brighton yakınlarına gider. Küçük kardeş Lydia da Brighton'a eski bir albay olan Bay Foster ve karısının yazlığına gitmek için babasından izin koparmayı başarır. O sırada Elizabeth de Bennetlerin akrabası olan Gardinerlarla daha önce sözleştikleri üzere bir başka yolculuğa çıkar. Gezi Darcy'nin oturduğu Pemberley köşkü yakınındadır. Pemberley müze ayarında, muazzam bir mülktür ve görmek isteyenlere açıktır. Elizabeth, burayı gezmeye Darcy’nin orda olmadığına emin olduktan sonra razı olur. Malikâneye ve üzerinde bulunduğu geniş, bakımlı araziye, bahçelere, göle kısaca oraya ve Darcy’ye dair her şeye hayran olur. Darcy’nin hizmetkârlarının onu harikulâde, her açıdan cömert biri olarak tanıtması bu hayranlığı daha da besler. Oradayken birden bire Darcy çıkagelir ve ona karşı gayet sıcak ve içten davranır. Gardinerların en iyi şekilde ağırlanması için uğraşır, Elizabeth’i de kız kardeşiyle Georgiana'yla tanıştırır. O sırada evden gelen bir mektup, Lydia’nın aşığı Wickham’la kaçtığını bildirir. Çift bulunamamaktadır ve evlilik dışı beraberlik yaşadıkları varsayımı yüksek olasıkla doğrudur. Böylesi bir durumun duyulması korkusu tüm aileyi sarar ve Elizabeth eve döner. Bay Gardiner ve Bay Bennet ise, Lydia’nın peşine düşerler ama Bay Bennet bu arayıştan eli boş döner. Tüm umutlar bittiği sırada Bay Gardiner çiftin bulunduğunu, Wickham'ın ise senelik bir gelir karşılığında Lydia ile resmen evlenmeyi kabul ettiğini bildirir. Bennetler bu parayı Wickham'a Bay Gardiner'ın verdiğini ve ona borçlandıklarını düşünürken, Elizabeth paranın kaynağının ve ailesinin kurtarıcısının Darcy olduğunu, Bay Gardiner'in eşinin yazdığı bir mektuptan öğrenir. Artık evli olan Wickham ve Lydia Longbourn'e kısa süre içinde döndüklerinde Bay Bennet'in soğuk tutumuyla karşılaşır. Sonra da ordan Wickham’in yeni görevi dolayısıyla ayrılırlar. Daha sonra Bay Bingley Netherfield'a döner ve yeniden Jane'a kur yapmayı sürdürür. Bu arada Darcy'de yine ona eşlik etmekte Bennet’lere ziyarette bulunmaktadırlar. Bingley Jane'e kız kardeşinin hoşnutsuzluğu pahasına evlenme teklif eder. Aile bu teklifi kutlarken, Lady Catherine de Bourgh birden bire Longbourn'ü ziyaret eder, eve bile girmeden Elizabethle konuşur. Onu yeğeni Darcy'yle evlilik düşünüp düşünmediğini sorar ve buna izin vermeyeceğini, Darcy'nin kendi kızıyla evlenmek zorunda olduğunu belirtir. Elizabeth de kendi mutluluğuna karşı bir söz vermeyi reddeder. Elizabeth’le Darcy bir gün yürürken Darcy ona duygularının değişmediğini ve ve evlenmek istediğini söyler. Elizabeth bu kez teklifi sevinçle kabul eder. Jane ve Elizabeth ikisi de evlenirler. Bayan Bennet’e ise üç kızını evlendirmiş olmanın mutluluğunu yaşamak düşer. Roman İngiliz edebiyatının klasikleri arasında yer almaktadır. 19. yüzyıl İngiltere'sinde aristokrat kesimin ve onların çevresindeki insanların yaşamlarını ve sorunlarını ayrıntılı bir şekilde ve gerçekçi biçimde anlatır. Yer yer yazarın yaşamından izlerin de olduğu roman doğrudan dönemin toplumsal sorunları ve önemli olaylarına değinmese de bir "kesim"in yaşam biçimini, duygu düşünce dünyasını anlatması bakımından ilginçtir.
Kitaba dair bazı yazılar:
Jane Austen / Aşk ve Gurur - Pride and Prejudice
1813 yılının sonuna doğru 1500 adet basılıp üç cilt halinde okura sunulan romanın özgün adı Pride and Prejudice; Gurur ve Önyargı anlamına geliyor; ancak bizde Aşk ve Gurur olarak tanınmış. Roman İngiltere'de aynı yıl içinde ikinci baskı yapacak kadar tutulmuş. O dönemlerde edebiyat denince ilk akla gelen tür roman değildi; dolayısıyla eleştirinin önem verdiği ölçüde bu romana gösterilen ilgi olumluydu. İyi de bu başarının sahibi kimdi? İki yıl önce yayımlanmış olan romanın üzerinde de "by a lady" yazıyordu; yani yazarının bir hanım olduğu belirtiliyordu o kadar. Romanın ilk karalamaları önlerinde dururken Austen'lere yakın oturan bir komşuları onları ziyarete gelir. Austen ve annesi ona gerçeği söylemezler, sadece bu çiçeği burnunda eserden kimi yerleri yüksek sesle ona okurlar. Kadıncağız romanı çok eğlendirici ve esprili bulur. Kendisini gülmekten kıran bu iki bayan karşısında komşu hanım içinden geldiği gibi davranır. Kadın özellikle romandaki Elizabeth karakterini sevmiştir. Ona göre, Elizabeth İngiliz romanları içinde en sürükleyici tiptir. Jane Austen biyografisi yazarı E. Jeankins, Elizabeth'in İngiliz edebiyatında en çok hayrana sahip kadın kahraman olma olasılığından söz eder.
R. L. Stevenson(1) işi daha da ileriye götürerek, Elizabeth Bennet'in ağzını her açışında, içinde, onun önünde diz çökmek isteği uyandığını yazacaktır.
O yıllarda roman yazma konusunda rekabetin çığ gibi büyüdüğünü biliyoruz. Roman yazan bayanlardan insanın soluğunu kesen Belinda, Evelina, Cecilia ve Emmeline gibi egzotik, İngiliz kültürüne yabancı adlar taşıyan kadın kahramanların kaderlerini ele alan romanlardan geçilmemektedir. Ancak bunlar yayımlandıktan kısa süre sonra, Austen romanının ötekilerden çok farklı olduğu algılanacaktır. Dönemin iyice yapay dünyasında dolanıp duran tuhaf, egzotik adlar taşıyan kadınlarına karşı, Austen romanındaki kadın kahramanın adı bile bir tür protesto olarak anlaşılabilir.
İngiliz edebiyatı o yıllarda korku romanı olarak da adlandırılan "gothic novel"ın istilası altındaydı. Shelley'nin(2) Frankenstein'ı yoldaydı. Daha önce Vathek, Otranto Şatosu, okurun tüylerini ürpertip durmuş, masum, saf bayanların, genç kızların, eski, izbe şatolarda, ürkütücü dehlizlerde, mezarlıklarda ve ormanlarda; insafsız akrabalarının, hasta âşıklarının elinden çekmedikleri kalmamıştı. Bahsettiğimiz üç gotik romanın içinde bulunduğu bu korku edebiyatı, aydınlanma çağının akıl dünyasına duyulan güvenin yıkılmasından sonra duyulan endişeyle ilintisi ve tarih sahnesinde yerini alan burjuva sınıfının dünya ile kurduğu anlaşılır bir estetik ilişki açısından dikkat çekicidir. İngiltere'de, Anne Redcliffe, korku romanlarının vazgeçilmez kalemiydi ve Jane Austen onu Northanger Abbey romanında günümüzün sevilen bir deyişiyle "matrağa almıştı". Northanger Abbey'in kahramanı, Bayan Anne Redcliffe'in Mysteries of Udolpho romanını okumaktadır. (Bu roman 1794 tarihlidir.) Anne Redcliffe'i büyük bir merakla didikleyen kahramanımız Catherine Morland, eski bir soylu konağını ziyarete gider ve orada aynen kitaptaki gibi ürkütücü aile sırlarını keşfetmeyi umar.
Evin efendisi karısını öldürmüş müdür, öldürdüyse onu nereye gömmüştür? Yoksa kadıncağızı karanlık bir zindanda, bodrumda zincirlere mi vurmuştur? Evin ikinci oğlu, meraklı ziyaretçimizi daldığı bu rüyadan uyandıracak ve gotik romanları gerçek yerine koyma hastalığından kurtarıp onunla evlenecektir. Jane Austen, roman kahramanının ağzından şunları söyleyecektir: "Bayan Redcliffe'in ve onun taklitçilerinin yapıtları ne kadar çekici, heyecan verici olursa olsunlar, gene de karakterlerinin gerçekliğini aramak boşunadır."
Samuel Richardson'un(3) adı ünlü "mektup-roman" türüyle birlikte anılmıştır; mektup romanların kökeni ve özellikleri bakımından önemlidir: Genellikle öksüz, zavallı bir kadın bu romanlarda büyük kentin kargaşası içinde oradan oraya sürüklenir; ama sonunda aslında büyük bir mirasın vârisi olduğu ortaya çıkar. Elizabeth Inchbald, Fanny Burney ve Maria Edgeworth(4) bu "melodram" romanların önde gelen isimleriydiler. Edgeworth, İrlanda'nın yerel renklerini edebiyata sokan kadın romancı olarak ayrı bir yere sahipti. Charles Mautrin'in Melmouth the Wanderer ve William Thackeray'in(5) Barry Lyndon romanları da, bir bakıma bu büyük kentte dağılma öykülerinin örneklerini sunarlar. Kent hayatının yapmacık, görünürde pürüzsüz kan-koca ilişkilerinin, abartılı inceliklerin dünyasında özellikle burjuva-aristokrat kesimin ince, ama çarpıcı bir eleştirisi de vardır bu romanlarda. Ayılıp bayılan salon hanımefendileri, can sıkıntısından patlayan, dedikoduyu bir yaşam biçimi haline getirmiş, ürkütücü yaşlı kadınlar.
Evet, bu tür romanların yazarları gerçek adlarıyla çoktan ünlenmişken Pride and Prejudice'in yazarının kim olduğu meçhuldü. Prensin kitaplığının yöneticisi Bay Clarke, kardeşi sayesinde romanın yazarının gerçek kimliğini bilen ender kişilerdendi. Söz konusu prens Jane Austen hayranıydı. Jane Austen'in Londra'yı ziyareti sırasında Clarke, yazarı, prensin isteği üzerine kraliyetin kitaplığında dolaştırmış ve bu ziyaretin ardından kadına yazdığı bir mektupta, İngiliz romanının o güne kadar ihmal ettiği bir konuya dikkati çekmişti. Bir din adamının dünyasına giren bir roman henüz doğru dürüst yazılmamıştı. Clarke'a göre İngiliz edebiyatı bu din adamlarının hakkını henüz vermemişti. Jane Austen cevabında, bu konuda gerekli bilgiye sahip olacak kadar bilgili ve eğitilmiş olmadığını yazacaktır. Kuşkusuz alçakgönüllü bir cevaptı bu, ayrıca Bay Clarke, Saksonya-Coburg Prensi Leopold ile efendisi veliahtın kızının evlenme hazırlıklarının yapıldığı bir dönemde, Jane Austen'e, Coburg Sülalesini onurlandıracak bir tarihsel roman yazmasını da önerir. Jane Austen bu öneriyi de, kendini aşan bir proje olarak geri çevirirken, "ideal roman konusunu kırsalda" tanıdığı aile hayatları içinden seçmesi gerektiğini yazar. Bugün geri dönüp baktığımızda Bay Clarke'ın önerisine kulak asmamış olmakla ne kadar isabetli davranmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Jane Austen 1817'de henüz 42 yaşındayken öldü, ölümünden altı ay sonra kardeşi tamamlanmış son iki romanım yayımlattı. Jane Austen'in dört büyük romanı da adı gizlenerek yayımlandı.
Jane Austen'in hem baba hem de anne tarafından zengin akrabaları vardı. Beş erkek, iki kız çocuğu büyüten aile, oldukça liberal, ileri görüşlüydü. Austen'in babasının öğrencileri, yeğenler ve kuzenler, çapı geniş, canlı bir çocuk ve gençlik çevresi oluşturmuştu. Yazara en yakın kişi ise kendisinden üç yaş büyük olan ablası Cassandra'ydı; ne yazık ki aynı kişi, kız kardeşinin ölümünden sonra daha önceleri birbirlerine yazdıkları mektuplarda bulunan, kardeşinin gittikçe artan ününü zedeleyebileceğini düşündüğü yerleri karalamış, kimi mektupları imha etmiştir. Bu davranışı, Jane Austen araştırmalarının yolunu tıkayan bağışlanmaz bir hata olarak edebiyat tarihine geçmiştir; çünkü söz konusu mektuplar Austen'in hayatı ve düşünceleri hakkında doğrudan bilgi verebilecek biricik kaynakları oluşturmaktaydı. Öte yandan sözünü ettiğimiz çok geniş ailenin bireyleri arasındaki zorunlu yazışmalar, kaynak konusunda önemli bir birikimi oluşturmuşlardır.
Austen'ler bu kaynaklardan anlaşılacağı üzere dönemin eğiliminin aksine, romanları edebiyatın küçümsenen türü saymıyor, bulduklarını yutarcasına okuyorlardı. Kitaplıklardan eve ödünç kitap almak yaygın bir eğilimdi o dönemde. Austen'lerin evinde sık sık tiyatro gösterileri de yapılırdı. Jane Austen ise 11 yaşından itibaren ortaya çıkıp dönemin edebiyatı üzerine yazdığı parodileri okurdu. Örneğin Mystery (Esrar) adlı komedi fragmentinde kişiler önemli şeyleri birbirlerinin kulağına fısıldayıp dururlar; okur bir türlü kimin kime ne dediğini anlayamaz. Mektup-roman türündeki Love and Friendship'te (Aşk ve Dostluk) ise erkek ve kadın kahramanlar dönemin ahlaki ölçütlerini tersine çevirirler; kadınların duyarlılığı grotesk düzeye varacak kadar abartılmıştır. Bu ve benzeri parodi denemeleri, Jane Austen'in büyük romanlarının temelini oluşturduğu söylenebilir; çünkü onun dört büyük romanında da yeterince güldürü öğesi yer almakla kalmaz, dili de sade, kolay anlaşılır olma özellikleriyle daha bu ilk bölük pörçük parçalarda kendini gösterir.
Jane Austen yirmi yaşma bastığında dört roman yazar; bunlardan biri Pride and Prejudice'in ilk versiyonudur. İkincisi elden geçtikten sonra, Sense and Sensibility (Duygu ve Duyarlılık) adıyla yayımlanmıştır. Üçüncüsünün adı önce Susan'dı; bir yayıncı romanı satın aldı, ama basmadı; Jane Austen'in ölümünden sonra bu roman Norhanger Abbey adıyla okuruyla buluştu. Adı kötüye çıkmış bir kadının hayatını anlatan Lady Susan romanını tamamlamaya ise Jane Austen'in ömrü yetmeyecekti.
1797'de, Jane'in ablası Cassandra, müstakbel kocasını Doğu Hindistan gezisinde yakalandığı hastalık sonucunda kaybetti; Jane Austen'in ise kendisinden altı yaş küçük talibi aynı şekilde 1801'de hayata gözlerini yumdu. İki kız kardeş bundan sonra evlenmediler. Neden? Bu konuda yeterince kaynak yok elimizde ve muhtemelen abla Cassandra'nın yaktığı mektuplar bize bu konuda önemli ipuçları veriyordu. 1802'de Jane'in babası emekli olarak kilisedeki papazlık görevini en büyük oğluna bırakıp kırsal kesime, Bath'a yerleşti. Jane Austen'in, babasının bu kararını duyduğunda düşüp bayıldığı söylenir. Babanın ölümünden sonra karısı iki kızıyla birlikte 1809'da Chaw-town'a yerleşmiştir.
1800'lü yıllar, Fransız Devrimi, tek başına yaşayan bekâr kadına da belli bir özgürlük getirmişti. Korku romanı ile "feminleşen" Avrupa (İngiltere, Fransa) sosyal hayatı arasındaki bağa vurgu yapan tezler dikkat çekicidir. Gerçekten de, bu nispi özgürlük yılları, ileride Victoria Çağı'nın katı ahlakçılığının yarattığı baskı dönemine göre, kadın hakları yönünden epey "ileriydi." Baylar dar frakları ve pantolonlarıyla, kadınlar peşlerinden akarcasına gelen uzun, göğüs altında korseyle sıkıştırılmış elbiseleriyle Britanya İmparatorluğu'nun burjuva ve üst sınıfının ihtişamını sergiliyorlardı. Beau Brummel, dönemin moda tanrısıydı. Çağ Napoleon(6) çağıydı; İngiltere'de Kral III. Georg akli yetenekleri yetersiz olduğundan iktidar Wales (Galler) Prens'i "Prince of Pleasure" m (Zevkler Prensi) elindeydi.
Haydn'ın(7) müziği yüzyılın sonuna doğru İngiltere'yi adeta istila etmişti. Çar I. Aleksander'm ziyaretinin ardından 1814'ten başlayarak vals bir anda çılgın bir moda haline gelmişti. İngiltere'de gaz lam-basıyla ilk evlerin aydınlatıldığı günlerdi bunlar; maden ocaklarında ilk lokomotifler kömür vagonlarını çekiyor, ilk buharlı gemiler Thames'ta, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Frankenstein'm yazarı Mary Shelley'nin annesi Mary Wollstonecraft'm, İngiltere'de kadın haklarıyla ilgili ilk kitabı yayımlanmıştı: The Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Korunması). Robert Owen,(8) sosyal ütopyalarını tasarlayıp proletaryanın durumunu düzeltecek düzenler önerip duruyordu. Lord Byron,(9) 1812'de Child Herold'un şarkıları adlı şiirleriyle edebiyat ve toplum düzleminde sansasyon yaratmakla kalmamış, üvey kardeşi ile yaşadığı aşk ilişkisi üzerine skandalların vazgeçilmez siması olup çıkmıştı. Coleridge,(10) Keats,(11) Shelley(12) ve Wordsworth İngiliz romantik akımının ilk temsilicileri olarak ün salmışlardı. İngiltere 19. yüzyılın başında Napoleon savaşları'nın "vazgeçilmez" tarafı konumundaydı; Fransa'nın Britanya Adası'nı işgal etme olasılığı Walter Scott'un(13) The Antiauary (1816) romanının konusu bile olabilmişti. Bu iki ülke özellikle denizde hesaplaşıp durmaktaydılar.
Amiral Nelson(14) ile Wellington(15) İngiliz donanmasının efsanevi kahramanlarıydılar. "Waterloo" ve "Trafalgar" savaşları, sosyal ve kültürel hayatta dillerden düşmez olmuştu. Ja-ne Austen'in küçük kardeşleri Francis ve Charles bahriye subaylarıydılar ve donanmada amiralliğe kadar yükseldiler; bu bağlantı sayesinde Austen'ler savaşı bütün ayrıntılarıyla izleyebilmişlerdi. 18. yüzyılı 19. yüzyıla bağlayan ilk yıllar Ada'da tarım ekonomisinden sanayiye geçişin yıllarıydı; bu gelişme özellikle İngiltere'nin kuzey kesimlerinde hızla radikal değişmelere yol açtı. Londra'nın nüfusu 1 milyonu aştı; anakara Avrupası ile İngiltere arasındaki ticarete getirilmiş kısıtlamalar ticareti ve sermaye birikim süreçlerini olumsuz etkilemekteydi. Muhafazakâr Tory hükümetlerinin ithalat ve tarım politikaları, savaşla birlikte Ada'daki hayatı özellikle alt sınıflar açısından katlanılmaz bir hale getirmişti. Yoksul halk dolaylı vergiler altında inim inim inliyor; temel geçim için gerekli gider karşılanmaz boyutlarda artış gösteriyordu. Sosyal huzursuzluk diz boyuydu Ada'da; 1811'de suçu sanayileşmede gören kitleler makine kırıcılığına giriştiler. Har vurup harman savuran "zevk sahibi" yöneticiler hızla gözden düşmeye başladılar. Jane Austen de bu ölçüsüz, halkın durumundan habersiz yöneticilerden, özellikle de Galler Prensi'nden haz etmiyordu; ama adamın her ikamet merkezinde Jane'in romanlarının birer nüshası vardı.
Gene de, Jane Austen'in ölümüne kadar, Avru-pa'daki büyük çalkantılar, burjuva-demokratik hareketlerin şiddetli hesaplaşmaları İngiltere'ye sıçramadı. Özellikle kırsal kesim aristokrasisi, öteki deyişle İngiliz kibar (centilmen) zümresinin hayatı, yaşama tarzı, alışkanlıkları eski tas eski hamam sürüp gidiyordu. İngiliz aristokrasisi hâlâ 18. yüzyılın yaşama alışkanlıklarını büyük bir bağlılıkla koruyor, büyük sanayi devriminin eşiğinde (1830'lar) Jane Austen romanlarında.ne makinelerin sesi duyuluyor ne de onları çalıştıranların hayatından herhangi bir iz bulunuyordu. Jane Austen romanlarında makine gürültülerinin yerine Mozart müziğinin o yerçekiminden yoksun, uçuşan, ince, ayrıntılarla oynayan tınılarını dinletiyordu bize. Yazarın Avrupa ve İngiltere'de yeni sınıfların (burjuvazi ile proletaryanın) hesaplaşma süreçlerine nasıl baktığını, politik gelişmeleri nasıl izlediğini bilmiyoruz; ama romanları, gerçekliğin bu yanma tamamen kapalıdır, demek pek de yanlış olmaz.
İngiliz centilmeni (aristokrasisi-) 'genellikle kiraya verdiği toprağının rantı ile geçiniyor; ayrıca faizcilik yapıyor, maddi durumu iyiyse, kışları Londra'da ya da Bath ve Briggthon'un kaplıcalarında geçiriyordu. F. Burney'in saf kahramanı Eveline ilk kez Londra'ya geldiğinde buradaki hayata şaşıp kalır; olağan biyolojik hayat ritmi bile burada altüst olmuştur, insanlar akşam üzeri uyanmakta ve gece yarısından çok sonra yatmaya gitmektedirler. Geceyi gündüz, gündüzü gece yapmışlardır. Aristokrasinin alt kesiminden ve burjuvalardan oluşan bu sosyal dünyada bütün davranış ve hareketler, biçimselleşmiş bir hayatın dışavurumlarıdırlar. Saat 16.00 ile 18.30 arası yemek yenir. Akşam yemeğine kadar olan süre içinde bayanlar kısa ziyaretler yapar, gezintiye çıkar ya da erkekler tarafından sportif faaliyetlere davet edilirler. Ata binme, avlanma ya da silah atma, günlük spor faaliyetlerinin en önde gelenleridirler. Kadınlar katıldıkları bu davetlerde genellikle sadece seyircidirler. Bir bayanın tek başına kırlara çıkması, yaz gezisinden yanık bir tenle dönmesi, hâlâ yadırganan bir durumdur. Akşam yemeğinden sonra beyler bir süre daha yemek salonunda kalıp şarap içerlerken, bayanlar önden oturma odasına geçerler. Kimin aşkı daha dayanılmaz hal almışsa, o bir an önce kadının arkasından odaya seğirtir. Kibar misafirler akşam yemeğine kendileri gelir; ötekiler sonradan, genellikle kendilerine ayrılan bir arabayla ziyarete katılırlar (bkz. Emma). Derken iskambil oyunları, müzik, dans ve okuma etkinlikleriyle birlikte günün en eğlenceli kısmı başlar. Davetler, mümkün olduğunca dolunaya rastlayacak şekilde ayarlanır. Yeni zengin burjuvalarla alt kesim aristokrasiden oluşan bu yeni cemaat modelini göz önünde tutacak olursak, Pride and Prejudice romanındaki evlilik; sınıflar arası geçiş hareketlerine ışık tutabilir. Burada centilmen zümresinin her iki kutbunu birleştiren bir evlilik söz konusudur: Bennet'in babası kırsal kesimde tarımsal faaliyetleri bizzat yönetirken, soylu akrabalara sahip zengin Darcy'ler bu zümrenin en tepesini temsil ederler. Bay Darcy, Elizabeth Benett ile evlenmesi halinde sosyal statüsünde alt sınıfa kayacağı endişesini ve kaygısını aşar. Bu dönemin ve sınıfların "donanımını" tamamlayan bir başka yan da ev hizmetindeki personeldir. Elbette gelir durumuna göre bu personel sayısı da artar.
Kızlar evdeki bir dadı ya da özel öğretmen tarafından, olmadı özel okullarda yetiştirilirler; hemen hepsi sanat alanında eğitimli ve yeteneklidirler. Piyano çalmak, iyi dans etmek, el işinden anlamak, özellikle de Fransızca konuşmak genç bir kızın olmazsa olmazları arasında yer alan becerilerdir. Örneğin Benett'in kızlarının özel dadılarının olmayışı Leydi Catherine'i çok şaşırtır. Delikanlılar en kibar okullardan birine giderler (Eton, Harrow), ardından da Oxford veya Cambridge'de öğrenimlerini sürdürürler. Bunu da, ömürünü orada geçirmiş olan Bay Collins'ten öğreniriz.
Kısacası, bu yönden bakıldığında, sosyal-kül-türel, politik-ekonomik altüst oluşların göbeğinde "kozasına" kapanmış bir sınıf ittifakı çıkar burada karşımıza. Zengin burjuvalardan ve kırsal kesimin orta halli aristokratlarından oluşan bir cemaattir bu; dolayısıyla da roman bu çoktan yitmiş dünyaya içeriden samimi bir ayna tutan gerçekçi bir boyut içermektedir.
Kapalı sosyal ilişkilerin geleneksel yapısını korumaya özen gösteren bu sosyal katmanın birliktelik hali, uzun bir geçmişten süzülegelmiş, dolayısıyla da ritüelleşmiş ilişki biçimlerini korumakta kararlıdır. Bir tür sosyal kışladır burası; sınıfların geçirgen olmaya pek yatkın olmadıkları, her davranışın bir koda bağlı bulunduğu öğrenilmiş bir davranışlar dünyası. Davranış biçimlerine verilmiş değişmez değerler vardır ve bunu bu "cemaatin" bütün üyeleri iyi bilir; insan hakkında bir hükme varmanın ölçüsüdür bu ritüelleşmiş davranışlar. Anlayacağımız, dönemin okuru roman figürlerinin jest ve davranışlarını hemen gerekli kodlara bağlayıp "okuyabilirlerdi"; dolayısıyla bu roman "davranış tarzlarının romanı", söz konusu sosyal katmanın ilişkilerine hâkim davranış ve tutumların, tepkilerin, eylem ve düşüncelerin bir rehberidir. Ama işte günümüzün tarihsel-kültürel uzaklığından bakıldığında, insanları ziyaretlere, ziyafetlere taşıyan arabaların türlerinin işaret ettiği sosyal statüden modanın sergilediği kodlara kadar birçok şey, kapalı, deşifre edilmesi zor göstergeler olarak karşımıza çıkar, dolayısıyla da günümüz okuru, kılı kırk yaran ayrıntılara hiçbir anlam veremeyebilir. Sonuçta yaşama tarzlarının romanı sayılan Pride and Prejudice, insanları sosyal ilişkilerin bağlamı içinde yansıtıp durur; dünya ancak içinde yaşayan insanların üzerinden yazarın ilgi alanına girer; duygularıyla, düşünceleriyle, yaşadıklarıyla, amaç ve istekleriyle, başardıkları ya da başaramadıklanyla, beklenen davranışları gerçekleştirmeyişleriyle, merak ve birikimleriyle yazarın inceleme nesnesi olmaya hak kazanırlar. Jane Austen romanlarında, bizde özellikle Yaşar Kemal romanlarından tanıdığımız, bütünün içine yerleştirilmiş doğa betimlemeleri bulamayız; bu betimlemeler yer yer yaşanan olaylarla, kişilerin ruhsal çalkantılarıyla bağlanır gibi olsa da. Yaşar Kemal'de doğa apayrı bir varlık olarak karşımıza çıkar; neredeyse insandan rahatsız gibidir.
Burada, Jane Austen romanlarında manzara betimlemesi yok kadar azdır; bir başına yollar yok; yürünen yollar, dolaşılan kırlar vardır; arabaların üzerinde yol aldığı caddeler; gezinilen parklar, altında oturulan ağaçlar. Bay Darcy'nin büyük çiftlik arazisinin anlatılışında Jane Austen bu kuralı bozar gibidir; ancak geniş parkıyla Pemberley arazisinin ayrıntılı bir tablosunu veren bölüm, zevkle düzenlenmiş ideal bir doğal alanı tanıtmayı hedefler. Burada bile, manzara ya da doğa ikide birde Eliza-beth'in duyguları ile, iç dünyası ile ilişkilendirilerek verilir: Dolambaçlı yollar Bay Darcy'yi saklarlar; nehir balık tutulan yerdir; tepeler ve ağaçlar pencerenin dışındaki manzarayı kurarlar. Kısacası, nesneler, doğa ve doğanın öğeleri hep insan ile ilişkilendirilerek, bir bütünün parçalan olarak karşımıza çıkarlar; bu anlamda da, günümüzün sıkça başvurulan bir kavramıyla, etkili "göstergeler" kurarlar. İnsandan dışa, nesneye, nesneden insana, içe gidip gelen bir gösterge çözme faaliyeti bekler sanki yazar bizden; Pemberley'deki aile atalarının resimlerinin bulunduğu galeri, romanda anlatılma hakkını elde etmişse, bunu sadece ve sadece, roman kişilerinin davranışlarına hâlâ etki ediyor, yön veriyor olmasına borçludur; aynı şey binalar, odalar, hatta eşya için de geçerlidir; Longbourn'daki odaların darlığı, küçüklüğü, Leydi Catherine'nin kibirli, görgüsüz açıklamalar yapmasına sebep olur; kaldı ki sadece bu bağlamda, odaların batıya açıldığını da öğrenme şansı elde ederiz. İnsanlar içinde oturmadıkları andan itibaren bütün mekânlar, odalar, yazarın ilgi alanı dışında kalır, yok sayılırlar. Pride and Prejudice'de, okur hayal gücünü istediği kadar zorlasın, mimari gözle betimlenmiş, insan ilişkisinden bağımsız bir mekân getiremez gözünün önüne; ne mobilya hakkında ne de duvar kâğıtları hakkında bir şey söyleyebilir.
Öyleyse yazarın bir ayrıntı tutkunu olduğunu sanmak, kılı kırk yaran betimlemeleri sırf betimleme ustalığım göstermek için öne çıkarttığını düşünmek büyük haksızlık ve yanlış anlama olacaktır. Gösterge olarak bu betimlemeler iyice biçim-selleştirilmiş, indirgenmiş ve işlevsel olacak şekilde kurulmuşlardır. Ayrıca her sahne de bir gösterge karakteri taşır; her roman figürü, her karakter bir işleve büründürülmüştür. Jane Austen'de işlevsiz, ölü personele rastlamayız; alabildiğine bilinçli, işlevsel kurulmuş bir''metin durmaktadır karşımızda.
Jane Austen romana bakışını insan dünyasına çevirmiş, orada yoğunlaşmıştır. "İnsan dünyası" derken, tarihsel ömrünü doldurmuş bir sınıfın, toprak aristokrasisinin ve yeni palazlanmış burjuvazinin bu üst sınıfın sınırlarını zorlayan kesiminin dünyasından söz ettiğimizi artık biliyoruz. Bu "dünyada" sadece davranış ve tutumlar, ilişkiler kalıplaşmış olmakla kalmaz; olay azlığı ve eksikliği gibi bir durum da söz konusudur.
Romanın yapısı ile ilintili bir özelliğe daha değinebiliriz. Romanın, daha doğrusu "olayların" yayıldığı zaman süresi bir yıldır; Bay Bingsley'lerin uşak ve hizmetçileri eylül sonunda Netherfield'e gelir; Bay Darcy sonbahar başında ikinci evlenme teklifini yapar. İlk teklifinin geri çevrilmesi de hemen hemen bu iki ucun tam ortasına, paskalyaya rastlar. Geometrik bir düzen söz konusudur burada; okurlarının Jane Austen romanlarını her okuyuşta gittikçe sevmelerinin bir nedeni, metnin mozaik gibi örülmüşlüğünü fark etmeleri, sahnelerin, (sinemanın diliyle söyleyecek olursak) sekansların birbirleriyle büyük bir çarkın dişlileri gibi iç içe geçmişliği-ni algıladıkça, figürlerin, karakterlerin davranışlarını, ne yapıp yapmayacaklarını öngörebilmeleri; gelişmeleri bilinçli izleyebilmeleridir denebilir.
Ağırlıklı olarak kendi sınıfsal korsesi içine hapsedilmiş insanların arasında da gerçekleşse, iletişim, tayin edici bir rol oynar bu yaşama tarzında; dolayısıyla da diyalog Jane Austen romanlarının ayrılmaz parçasıdır. Bu diyaloglar zorlamasız, doğal, diyalektikleriyle karşımıza çıkar; karakterler konuşmaları üzerinden kendilerini ele verir; kendi dilleriyle çizilirler; gülünç ve tipik yanları bu konuşmalarda dışavurur.
Romanın eylemlerinin düzenlenişinde de bir tür öne çıkma ve geri çekilme dönemleri yapısal bir denge kurarlar. İnsanlar sosyal yaşantıların ardından geriye, kendi dünyalarına çekilir, düşünceleriyle baş başa kalırlar. Kalabalık arasında olma ile yalnızlık arasında bir gel git çıkar karşımıza, ya da ritmik bir hareket. Kişi bu yalnızlık evrelerinde düşüncesinde geriye dönerek ya da geleceğe ilişkin tasarımlar yaparak o sosyal ilişkilerle bağlantı kurdukça, yalnızlık ile dışadönük evreler de birleşirler. Dolayısıyla mutlak bir içine kapanmışlık durumu hiçbir yerde karşımıza çıkmaz. Başka bir deyişle, sosyal çevre ile iletişimin fiziksel olarak kesildiği yalnızlık evresinde, düşünce bu ilişkiyi yeniden kurar. İletişimin bir başka aracı da mektuptur. Mektup bu metinde diyalogun bir parçası olarak ortaya çıkar; diyalogun anlaşılmasına yardımcı olur. Kimileyin insanın kendi içine bakışının aracıdır da.
Anlatıcı perspektifi ya da konumu bir yazar-metin ilişkisine işaret ediyor. Elbette bir romanın yazarı aynı zamanda onun anlatıcısıdır; ama yazar, sosyaltarihsel bir kişidir; anlatıcı edebiyat sisteminin bir parçası, öğesidir. Mektup-roman türünde, kendi içini döken kişi gitgide bir öykü, roman anlatıcısına dönüşür. Yazar, bir öyküde, romanda, genellikle iki anlatıcı figür olarak karşımıza çıkar. O, ya ben-anlatıcıdır, birinci tekil kişi olarak bu anlatıcı kendi bakış ve kavrayışı açısından bize dışı, gerçekliği, dünyayı anlatır. Ancak ben-anlatıcı, öyküde, romanda hangi figürün temsiliyse anlattığı dünya da onun bilinç düzlemiyle sınırlıdır. Örneğin bir öyküde, ben-anlatıcı hangi sosyal kimliği ve bilinç düzeyini temsil ediyorsa, anlatılanın sınırları da buna uymak zorundadır. O ne kadarını kav-rayabiliyorsa, görebiliyorsa, anlayabiliyorsa ve yo-rumlayabiliyorsa, bize sunduğu dünya da odur. Yazar, öyküsünde anlatısını temsil eden, onun yerine konuşan ben-anlatıcıya saygı duymak zorundadır. Üçüncü tekil kişi anlatıcının iş başına geçtiği her şeyi bilen anlatıcı tekniğinde, durum farklıdır. Burada anlatıcı, anlattığı dünyanın tanrısıdır, kişilerin, kahramanların iç dünyalarını bilir, onları uyarır, anlatının akışını kesip psikolojik, tarihsel, felsefi bilgiler vb. verir. Anlatıcı ile yazarın birbirlerine örtüşürcesine yaklaştıkları anlatım tekniğidir bu; gene de yazar/anlatıcı ayırıcı çizgisini gözden kaçırmamak gerekir. Bu en yaygın anlatım tekniğinin ara biçimi, Jane Austen'in romanında gördüğümüz, olup biteni romanın kişilerinden birinin gözünden verme, anlatıcıyı roman kişilerine taksim etme tekniğidir. Bu tekniği iyi kavramak için bir tiyatro sahnesi düşünebiliriz: Olayların sahnedeki birinin gözüyle ve bilinciyle aktarıldığını düşünelim yeter. Sinemalaştırıp söyleyecek olursak, anlatıcı kamerayı, oradaki kişilerden birinin gözü olarak düşünelim.
Jane Austen romanında kadınların dünyasını ve doğrudan Elizabeth'in dünyasını, Elizabeth'in gözünden, onun bilinci üzerinden öğreniriz. Biraz zorlamayla biz bu anlatım tekniğine "kişileştirümiş anlatıcı" tekniği deyip duruyoruz. Bu tekniğin en çarpıcı örneği, her fırsatta değindiğimiz ve Kafka çevirilerindeki gibi, yazarın tamamen ortadan kaybolduğu, üçüncü tekil kişi gibi dıştan anlatmakla birlikte, olup biteni öykülerin figürü Bay K.'nın ya da adı farklı baş figürün perspektifinden verdiği anlatımdır. Figürün kendisi olayların tuhaflığı içinde sürüklendikçe, okur da, başka bir perspektiften olup bitene bakamadığı,figürün bilincine mahkûm olduğu için, onunla birlikte sürüklenir.
Gerçi Jane Austen "her şeyi bilen anlatıcı" olarak genel çerçeveyi yer yer sunar, ama sonra geri çekilip anlatıyı kadın kahramanının bilinç, algı düzlemiyle sınırlar. Artık zaten bu kapalı dünyaya, o dünyanın temsilcilerinden birinin gözüyle içeriden bakmak zorunda kalırız. Okur bütün bir Lydia olayını Elizabeth'in gözünden görür, en iyi tanıdığı da onun iç dünyasıdır; öteki kişilerin neler duyumsayıp düşündüklerini, ancak onların sözlerinden, dışavurum aracı olan jest ve hareketlerinden çıkartırız. Bu durumda özellikle erkeklerin ruhsal dünyası, romanın kadın kişilerine ne kadar açıksa, okura da o kadar açıktır; ummalar, tahminler, yanılgılar, bu erkeklere dıştan bakan gözün hareket alanını belirleyen durumlardır. Erkeklerin kendi aralarında geçen tek bir sahne yok gibidir; ne olup bittiğini öğrenmek için Elizabeth'le birlikte erkeklerin ortaya çıkmasını bekler dururuz. Okurun, roman kahramanı kadın ile özdeşleşmekten başka çaresi bulunmamaktadır; bu daraltma, sınırlama, dıştan bir gözün, Pride and Pre-judice romanının dünyası hakkında genel değerlendirmeler yapmasına imkân vermez; anlatıcı bu konuda suskundur. Değerlendirme bize kalır. Gerçekçilik, anlatıcı olarak sıkça karşımıza çıkan Elizabeth'in kendi dünyasıyla sınırlı oluşu anlamında bir gerçekçiliktir.
Jane Austen romanlarının trajik olaylardan yoksunluğu, sığlığı, edebiyat dünyasının darlığı, hep bir zaaf olarak yorumlanmıştır. Aynı itirazlar Charlotte Bronte(16) romanları için de yapılmıştır. Jane Austen, büyük romanların dev kişiliklerini yaratan bir yazar değildi; bunu iyi biliyordu; onun figürleri sınıflarının minyatürleriydi; sonraki gerçekçi yazarlar Dickens,(17) Thackeray'in romanları gibi, dönemin genel özelliklerini, süreçlerini kapsayan romanlar değildir. Toplumsal gerçekçiliğin sadece sınırlı bir dilimine, sanatın araçlarıyla, dille girme girişimidirler; toplumsal hayatın dinamikleri, bütünü etkileyen süreçler onun dünyasının dışında, ötede bir yerde akıp giden fırtına nehirleri gibidirler; sesleri bile duyulmaz. Seller dünyayı götürürken, sınıfının cenderesinde kendini tekrar eden ve bu tekrarda güvence ve huzur bulan bir sınıfın küçük su birikintileridir karşımıza çıkan. 200. doğum gününde, 1975'te adına pullar basılmış, roman kahramanları bu pullar üzerinde yerlerini almışlarsa, Jane Austen etkisinin uzantılarını sormaya gerek yok demektir. Edebiyat eleştirisinin övgüsünden payını alan Jane Austen romanları, bu övgülere oranla oldukça az okunagel-miş, ama bugün özellikle en yoğun ilgiyi gören, edebiyat bilimcilerinin inceleme konularının başında yer alan metinlerdir.
(*)İngilizce ve Almanca basımlarının sonsözlerinden derlenmiştir.
Dipnotlar
|